İngiltere’de yeteri kadar zaman geçirmeyen ve burada yaşamayan biri için pub’ların işlevini günlük hayattaki yerini anlamak çok zor. Birahane değil, restoran değil, kafe değil. Belki bizdeki eski tip “mahalle kahvesi”nin içki içilen, yemek yenen versiyonu gibi bir şey.
Neredeyse her mahallede birkaç tane pub var. Pek çok pub artık ünlenip zamanla turistik yerler haline geldiklerinden menülerini ve işletme anlayışlarını çağa uydurmuş modern işletmeler. Thai menüsü olan var, sağlıklı ürünlere odaklananlar var, şarap kültürüne girip kav oluşturanlar ve buna uygun tadım menüleri verenler var. Ancak turistik haritaların ve rotaların dışında kalan pub’lar, işte onlar gerçek İngiltere’yi yaşatıyor. Bu tip geleneksel pub’lar bugün büyük zincirlere dahil olsalar da hepsinin kendine has içecekleri menüleri müdavimleri ve muhabbetleri var.
Benim yaşadığım St. Albans tüm Birleşik Krallık’ta nüfusa oranla en fazla pub olan yer. Kişi başına düşen pub sayısı diye bir istatistik olsaydı sanırım en yüksek rakam burada çıkardı.
İlk geldiğimde Londra’daki pek çok pub’ın aksine insanı çağıran değil hafif dışlayan bu pub’lar beni şaşırtmıştı. Londra’daki pub’lar daha kozmopolit bir kitleyi ağırlıyor. Pek çok milletten, kültürden çok sayıda insan, kısa süreliğine Londra’ya uğrayanlar, iş için gelenler, mahallede oturanlar, menüsü ve ambiyansı için başka mahallelerden gelenler canlı, renkli ve çeşitli bir kitle oluşturuyor. Ama St. Albans gibi Londra’nın biraz dışındaki yerlerde geleneksel pub’lara daha sık rastlıyorsunuz ve bu tip pub’lardaki ortam pek Londra’dakilere benzemiyor.
İçeri girdiğinizde çoğu zaman bir sessizlik oluyor, bütün kafalar size dönüyor ve insanlar kim olduğunuzu anlamaya çalışıyor. Kalabalık bir akşam yemeğine ya da ev partisine teklifsizce dalmak gibi. “An American Warewolf in London / Kurtadam Londra’da) filmini izlediyseniz ilk sahnedeki pub’ı gözünüzün önüne getirin. Ortam bu.
Bu kendini davetsiz misafir gibi hissetme hali beni başlarda daha da gaza getirmişti çünkü her turist gibi ben de İngiltere’ye geldiğim ilk günlerde kendimi turist gibi hissediyordum. Ve turist olmadığını kendine ve çevreye ispatlamaya niyetli her turist gibi turistik yerlerden kaçıyordum. Bu “lokallik” çok hoşuma gitmişti.
Aslında kimsenin yadırgadığı falan da yoktu. Çünkü gerçekten burada her dört beş sokaklık mahallenin bir pub’ı var ve o sokaklarda oturanlar dışında bu pub’lara müşteri pek gelmiyor. İçeri giren yabancıya gayrı ihtiyari bakılması çok normal yani. Buralarda eve misafirliğe gitmek ya da ”oturmaya gitmek” gibi alışkanlıklar yok. İnsanlar evlerine kimseyi pek davet etmiyor. Sosyallik pub’larda gerçekleşiyor. Hem bu şekilde herkes kendi hesabını ödüyor, ne masraf oluyor fazladan ne de hazırlık ve servis derdi. O yüzden bu tip pub’larda başka birinin evine girmiş gibi olma hali aslında çok da yanlış bir tarif değil.
Mahallede geldiğim ilk pub’lardan biri Lower Red Lion’dı. İkinci derece tarihi eser. 17. Yüzyıl’da yapılmış bir “cottage” o zamandan beri de pub ve otel. Şimdi Fishpool Street olarak bilinen eski Londra yolu üzerinde. Bu sokaktaki pub ve hanlar zamanla evlere dönüştürülmüş. Bugün mimari açıdan büyük bir değer ve korunuyor.
Lower Red Lion, Ortaçağ filmlerinde bütün gün at sırtında yol yapmış bitkin yolcuların, savaşçıların, şövalyelerin öküz boynuzu kadehlerden şarap içip but kemirdiği hanlar vardır ya. İşte o hanların gerçek olanı. Binanın içi hiç değişmemiş. Alçak tavanlar, iki dev şömine, 400 yıllık ahşap kirişler ve tavan aynen duruyor. Üst katta odalar var. Arkadaki ahırlar bira bahçesine dönüştürülmüş. Burada bölgedeki yerel üreticilerin “ale” çeşitleri satılıyor.
Uzatmayayım artık gide gele bu tip yerleri işletenlerle tanışmak, önce selamlaşıp ardından ufak muhabbetlere girmek çok hoş bir süreç. Bir süre sonra sipariş bile vermenize gerek yok, “her zamankinden” kalıbını kullanabiliyorsunuz.
Anthony Bourdain’in “Parts Unknown”unun Londra’da geçen bölümünde, bir dönem Los Angeles’ta da yaşamış olan The Kills gitaristi/solisti Jamie Hince, Bourdain’e Londra’da en sevdiği pub’da bira ısmarlamış ve şöyle demişti: “Los Angeles’ta pub’a gidersin herkes “Ooo merhaba, n’aber nasılsın” der, seni büyük bir muhabbetle karşılar. Ama bir ay sonra hiçbiri ortada yoktur. Hızla samimi oluyormuş gibi olursun ama gerisi gelmez. Burada (İngiliz pub’larını kastederek) herkes sana soğuk bakar, kimse hoş geldin demez, ama bir ay sonra hepsiyle arkadaş olursun.
Los Angeles’ı bilmiyorum ama İngiliz pub’ları için söylenenler tamamen doğru.
Uzattım. Pub’lar Kovid’den en fazla etkilenen işletmeler. Birçoğu kapanıyor ya da kapanmanın eşiğinde. Salgın sürecinde en son onlara dükkân açma izni gelmişti. Şimdi ikinci dalganın giderek varlığını hissettirmesiyle bütün restoranlar gibi en geç akşam 10’da kapatmak durumundalar. Ve bundan çok şikâyetçiler. Her akşam son siparişleri haber veren çanın çalmasıyla Boris Johnson’a selam ve sevgiler iletiliyor. Ardından da SOS eylemi yapılıyor. Karanlıkta bar kapandıktan sonra kapının dışındaki ışığı yakıp söndürerek verilen bir SOS sinyali. Şu ara her pub kelimenin tam anlamıyla SOS veriyor. Bakalım vebayı, savaşları, kıtlıkları atlatan publar salgınla birlikte gelen ekonomik krizi atlatabilecekler mi? Bu sanırım sadece İngiltere’deki pub’ların değil, bütün dünyanın yanıtını merak ettiği bir soru.