İngiliz İşçi Partisi’nin 2019 tarihli manifestosunda küçük bir detay vardı. “Haftada dört gün çalışılacak” deniyordu bu detayda. Manifesto o zaman yerden yere vuruldu. Elbette muhafazakârların hoşuna gidecek bir şey değil. Haftada bir gün az çalışmak ne demek. Ya patronlar zarar ederse…
Herkesin isyan ettiği, açıkçası toplumda da çok fazla karşılık bulmayan ve tartışılmayan bu ütopik öneri hemen rafa kaldırıldı. Ancak 2020’de dünyayı vuran pandemi, konuyu yeniden gündeme getirdi işte bir şekilde. Üstelik sadece İngiltere’de değil, Avrupa’da da toplam dört iş günlük çalışma haftası tartışılıyor.
İnsanlar pandemi döneminde a) işsiz kaldılar, b) ilelebet evden çalışmaya mahkûm oldular c) hastalığa rağmen işlerine aynen devam etmek zorunda kaldılar.
Araştırmalara göre, b grubu hayli fazla dünyada ve bir şekilde bu b grubu, başlarda evdeki çocuk gürültüsünden, kurumaya asılmış çamaşırlar arasında video call yapmaktan sızlansa da artık alıştı ve işe ofise dönmek istemiyor.
Çocuklarla ve aileyle zaman geçirmek güzel oldu falan da diye de düşünebilirsiniz ama onlardan biri olarak asıl meselenin bundan da öte olduğunu söyleyebilirim.
Evden çalışmak zamanın kontrolünü ele geçirmek anlamına geliyor. İşte gittiğinizde zamanınızı başkasına teslim ediyorsunuz. Alandaki kontrolü ofisten çıkana kadar başkasına teslim etmek demek bu. Evde de bir sürü iş bitiriliyor, çalışma aynen devam ediyor ve evden çalışmak inanın bana tatil ortamına hiç benzemiyor. Ama zamanın kontrolünü ele geçirmek güzel. Sabah erken kalkıp bir sürü iş bitirmek. El oyalayan işleri akşam çocuk uyuduktan sonra büyük bir konsantrasyonla tamamlamak.
İşini (her neyse) zamanında bitirip teslim ettiğin sürece problem yok. Bundan kimse vazgeçmek istemiyor bugün.
Aaron Benanav imzalı “Automation and the Future of Work” adlı kitapta yer alan tartışma ve araştırma konularından biri bu. Avrupa’da tartışılan ve pek yakında seçim manifestolarına da gireceğine emin olduğum dört günlük çalışma haftası ciddi bir değişim ve insanlık tarihinde önemli bir adım bence.
Çok fazla çalışıyoruz. Hafta sonu çok kısa. Çalışma hayatı daha ince bir ayarlamayla herkes için daha verimli bir hale gelebilir. Elbette giyinip kuşanıp her sabah ofislerine gidip, çok mühim toplantılar yapmayı ve bununla insanları etkilemeyi düşünenler için bir yıkım olabilir bu. Ama değişim çok hızlı ve ayak uyduramayan, takım elbisesiyle, kocaman odasında yapayalnız otururken bulacak kendisini.
Çalışma gününün dörde inmesi demek hafta sonunun üç güne çıkması anlamına geliyor ki bu süper bir gelişme. Açıkçası, eskiden beri her pazar öğleden sonrası “İki gün hafta sonu yetmiyor” diye düşünmeye başlamışımdır. Sonunda insanlık arzuladığım noktaya geliyor galiba.
Londra’daki Beyoğlu
Camden’a ne zaman insem aynı his. Burası tanıdık, bildik bir yere benziyor. Kirli paslı halleri midir, üzerinde çöplerin yüzdüğü kanalı mıdır, bu sağlıklı yaşam çılgınlığında bile surata surata üflenen sigara dumanı mıdır (“vape” değil gerçek sigara), muhtelif geceden kalma bar restoran kokusu mudur bilinmez ama Camden benim için bir adet Londra’daki Beyoğlu.
Camden’da ana caddede dövmecilerin, piercing’cilerin sırasında tütsü satılan dükkânlar olduğuna inanamamıştım ilk başta. Tütsü kokusu bile (bilen bilir, sandal ağacı mesela) beni eski Atlas pasajına ışınlamaya yetmişti. Sanki Kod Müzik’e girip kaset CD bakacağız. Sanki o her biri birbirinden farklı garip şeyler satan dükkânları bir bir gezeceğiz.
Tütsü, stres topu (evet böyle bir şey vardı), kilim, hırka, rengârenk boyun atkıları, şile bezinden birtakım giyim kuşam, deriden aksesuarlar, gümüş takılar, Afrika’dan gelmiş gibi duran maskeler, Güneydoğu’dan poşular, muhtelif küçük heykel ve biblolar, postal ve eksantrik ayakkabı satan dükkân kalmadı artık.
İçeri girince, her biri birbirinden farklı, kapitalizmin elinin henüz değmediği enteresan dükkânların olduğu, zincir mağazalarca işgal edilmemiş bir mekândı Atlas Pasajı. Beyoğlu’ndaki diğer pasajlarda da benzer bir durum vardı. Gerçek insanların işlettiği, içinde fabrikasyon değil ya da ucuz Çin malı değil el emeği göz nuru ürünler satılan, bir satın aldığın nesneyi bir daha bulmayacağın mağazalar. Çizgi romancılar, VHS’ciler, eski Türk filmi afişleri, plak, kitap… Camden aynı böyle bir yer. Camden Market’a girdiğimde aynı hisse kapılıyorum. Chalk Farm’a doğru uzanan bütün gece açık fast food dükkânları da Taksim Meydanı’nı hatırlatıyor.
Yüksek belli pantolonlarımız, bol kazaklarımız, dökümlü -yağmurdan defalarca ıslanıp kurumuş- paltolarımız ve postallarımızla her metrekaresini tavaf ettiğimiz Beyoğlu pasajları ve sokakları Camden’da var.
Daha da enteresan olan, hip hop ve EDM tarafında ele geçirilmiş bir dünyada hala rock, metal ve punk var Camden’da.
80’lerin, 90’ların rock ruhu Y ve Z’ler tarafından burada hâlâ yaşatılıyor. Camden’ın punk ve metal pub’larını başka bir yazıya bırakıyorum. Londra’da yaşayan benim gibi bir Türk için bir adet 90’lar Beyoğlu’sunun kanlı canlı var olmaya devam etmesi ne güzel.