En güzel hava, tişört üzeri mont giyip terlemeden dolaşabildiğin havadır derdi birisi. Kimdi hatırlamıyorum ama güzel laf. Londra’da bahar demek işte tam olarak bu. Üşümekle üşümemek arasındaki dar ve dik yamaçta gezinip durmak. Biraz daha soğuk olursa ya da azıcık rüzgâr eserse işler kötüye gidebilir ama korkup kalın giyinirsen de elinde kat kat montla dolaşırsın oflaya puflaya.
Baharın habercisi, mor salkımları, şehrin dört bir yanındaki beyaz ve mor manolyaları, tek tük erguvanı, erken çiçeklenen erikleri saymazsak, aynı zamanda erken şortlu sayısındaki artış. Umut Sarıkaya’nın “erken şortlu” diye tabir ettiği ve literatüre soktuğu daha hava tam ısınmadan havaya girip şort giyenlerden burada çeşit çeşit var.
Aslında erken şortluluk yıl boyu hep canlı. Kış kıyamette palto altı flip flopla dolaşan çok. Çorap gereksiz bir ayrıntı. Yaz kış gömlekle gezen kadar güneşte paltodan vazgeçmeyen de bol.
Londra’nın İstanbul’a göre en acayip yanı yılın dört mevsimi sıcak, soğuk, güneş, yağmur fark etmeksizin insanların havayla ilişkisinin hep karışık ve kişisel düzeyde çeşitli olması. Bir bütünlük, genel kabul yok. Herkes kafasına göre o gün hangi mevsimde hissediyorsa öyle çıkıyor sokağa. Çünkü Londra’da bir gün içinde dört mevsim yaşanabiliyor. Tam umudu kesince güneş çıkıyor. Tam gözlüğü takıyorsun, yağmur yağıyor. Nasıl giyinirsen giyin, günün bir saatinde doğru insan olabiliyorsun ama en azından.
Terlikle dolaşanın yanında bot-palto gezen de var. Gömlekle gezenin yanında atkısını anorak kar montunun boynuna battaniye gibi dolamış çıplak ayağa Birkenstock’lu da geziyor. Güneşte yün bere takana, karda çorapsız yarım Converse’le gezene kimse yan gözle bakmıyor. (Ben hariç galiba, çünkü Türklük var serde ne de olsa, hep yargılarız biz).
Hava ve iklimle ilişkisi bu kadar kişisel düzeyde değişen başka bir toplum var mıdır acaba? Bu durum aslında bana başka bir şey hatırlatıyor. Unutulan bir değer: Bireysellik.
Giyim kuşamda, tercihte bireysellik. Her şeyde bireysellik. Kimse kusura bakmasın alınmasın ama İstanbul’da sokağa çıkınca gördüğüm birbirinin tıpatıp aynı insanlar. O sezon moda olan ayakkabı, aynı pantolon, aynı kazak, saç baş aynı, her şey aynı. Biz farklı olmayı sevmiyoruz çünkü farklı olunca işler zor oluyor bizim memlekette. Sürüye uyunca görünmez olup dikkat çekmiyorsun. Farklı olunca yargılanmaktan korkuyorsun. Yaşam biçimi ve hayatta kalma tarzı olarak sürüye katılmak.
Başka yerleri bilmem ama Londra’da birey hâlâ önemli. Kişisel dokunuş önemli. Üniformacılık yok. Zincir mağaza gibi zincir insanlar daha az. Çocuğumun okulunda duvara asılı değerlerimiz panosunda göğsünü gere gere “bireysellik” yazıyor başköşede. Aynı olmayın diyorlar ilkokulda. Biz ne diyoruz?
Ama mesele Türkiye’ye özgü bir mesele değil. Bugünün dünyası etiketler altında yaşanıyor. Sen beyazsın, sen siyahsın, sen Türk’sün, sen Kürt’sün, geysin, heterosun. İnsanlar profillerine she / her, he / him yazıyor. Ya birader bana ne senin kimliğinden, sen bana göre bir bireysin. Ben sana “hetero o, gey o” diye bakmıyorum ki. Sana insan ve birey olarak bakıyorum. Senin cinsel kimliğini ne yapayım ben? Merak edersem, samimi oluruz öğrenirim. Neden sormadan kendini etiketliyorsun her yerde? “Merhaba ben Mehmet”.
Bunun yetmesi gerekir. Ama yetmiyor. Kimlik kimlik diye, farkındalık yaratacağız diye, siyaseten doğruculuk altında birey ezim ezim eziliyor.
Oysa en değerli hazine bireydir. Birey olmazsa ne edebiyat olur, ne sanat, ne müzik.
Bir yandan farklılıkları yüceltip, bir yandan da herkesi kimlikler altında kategorize etmek…
Ya neyse, bahar çok güzel bu yıl Londra’da. Bu yazıyı, bu bireysel satırları, Oxford civarında bir çiftlikten yazıyorum. Etrafta ördekler, keçiler, atlar, kuğular var. Pastoral bir hava, elimin altında kitaplar. Masam dolu, kahveme zor yer açtım. Kaçamak yaptım ben bu hafta sonu. Haftaya anlatırım.
Ha, geçmiş 23 Nisan’ınızı kutlarım. Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden…