Her büyük Avrupa şehrinde olduğu gibi Londra'nın da içinden kocaman bir nehir akıyor. Thames'in doğudan batıya doğru yılan gibi kıvrılarak ikiye böldüğü Londra'da su yollarını kullanmak eski bir gelenek.
Sömürgeler zamanında dünyanın dört bir yanından şehrin içine kadar girebilen kocaman direklerinden sallanan yelkenlerle clipper'ları, dumanlarıyla Viktorya Londra'sının isli puslu havasına bacalarından çıkan simsiyah dumanlar ve kurumlarla katkı sunan buharlıları, onların ittiği tepeleme dolu mavnaları hayal edebiliyor insan biraz nehir kıyısında yürüyünce. Bugün hâlâ mavnalar yük çekmeye, itmeye devam ediyor ve su yolları kullanılmakta.
Modern iş merkezlerinin, göğe yükselen gökdelenlerin, Parlamento Binası'nın, (eski) Battersea Enerji Santrali'nin, Tate Modern'ın ve London Eye'ın yani şehrin belli başlı turistik mekânlarının önünden ağır ağır geçiyor eski tip mavnalar. İşlerine güçlerine bakan yaşlı sırtları kambur hamallar gibi takılıyorlar nehrin çamurlu sularında.
Nehir olur da nehir turu olmaz mı? Elbette var. Boğaz'ın iki yanında çalışan bizim motorlara benzeyen taşıtlar doğudan batıya, batıdan doğuya nehri kat ediyor, sırayla rıhtımlarda durup kalkıyor, kendilerini Thames'in bazen ciddi dalgalar oluşturan akıntısına ve rüzgâra bırakarak yollarını buluyorlar.
Bunların bir tanesine nereye gittiğini bile sormadan kartı basıp atlamak çok zevkli ve bana İstanbul'u azıcık da olsa andırdığından çok manalı.
İstanbul'umun motorları gibi yanık margarin ve çay kokmuyor bu motorlar. Daha çok kahve kokusu var. Dekorları, oturma düzenleri de çok sıradan. Dizi dizi ve rahat koltuklar biraz andırsa da Kadıköy-Beşiktaş motorunu, o tadı alamadım. Bir keresinde Beşiktaş motorunda büfenin önünde küçük süs havuzu görmüştüm mesela. Londra motorlarında imkânsız, bu kimsenin aklıma gelmez. Çay dolaştıran abiler de yok. Gidip her şeyi kendimiz alıyoruz.
Çımacılar enteresan. Aynı İstanbul çımacıları gibiler ama burada iki kişinin işini bir kişi yapıyor. Nasıl oluyor da oluyor derseniz, buradaki çımacılar kovboy gibi. Sert akıntıyı bazen kafadan bazen yön gereği kıçtan alan motorlar, makineleri titreye zonklaya güç bela rıhtıma yanaştığında, çımacı elindeki halatı kement gibi havada bir iki kez çeviriyor ve üç dört metre uzağındaki babayı tutturuyor. Tıpkı at üzerinde ineğin boynuzunu tutturan kovboy gibi.
Benden başka kimsenin dikkatini çekmeyen bu beceriyle büyülendim. Çünkü İstanbul'da tekneden atılan halatı tutan bir başkası vardır rıhtımda. Derhal alır, babaya sekiz yapar. Heyecandan ineceğim Westminster iskelesini geçtim, Battersea'ye doğru yollandım. Putney'den geri döndüm. Her seferinde soğukkanlı kovboy çımacı babayı tutturdu. Hatta Embankment'ta çömez çımacıya hareketi bayağı detaylı anlattı da dinleme ve anlama fırsatım oldu.
İstanbul'dakilerin aksine burada iskeleye yanaşma ve ayrılma saniyeler sürüyor.
Her şey bir anda olup bitiyor. O yüzden kovboy gibi olmuş çımacılar. Halatı atmak, bağlamak, iskeleyi sürmek, geri almak, halatı çözmek
(ki bu da hızlı yapılması gereken bir iş) sadece
20 saniye falan sürüyor.
Derhal yeşil kaplı defterimi açtım, çıma notlarımı yazdım. Bir gün Londra'ya gelirseniz tavsiyem, Embankment'tan binin motora çünkü metrodan çıkıp neredeyse doğrudan tekneye giriyorsunuz. Ardından, oturun, şöyle etrafa bakının. Greenwich'e kadar yolu var. Hiç zahmet gerektirmeyen bir gezi aktivitesi olarak not edin,
lazım olur.