Bu yazıyı bugün müze ve kütüphane olan, şair John Keats’in evinden yazıyorum. Çünkü yazabiliyorum. Ev hâlâ ayakta, hâlâ yaşayan bir mekân olarak kullanılıyor.
İngiliz Şair John Keats, 1821’de Roma’da hayatını kaybettiğinde 25 yaşındaydı. İnsanlar 200 yıl önce daha genç ölüyorlardı ve bu yüzden kısa hayatlarına çok şey sığdırmak zorundalardı. 19. yüzyılda şairseniz, sağlıklı bir yaşam gündeminizdeki en son, en önemsiz konuydu muhtemelen. Keats için de durum farklı değildi. Annesi ve ağabeyi gibi veremden öldü.
2021 şairin ölümünün 200. yılı. Bu vesileyle yılın ilk aylarından bu yana ölüm tarihi olan 23 Şubat’tan başlayarak çeşitli anma etkinlikleri gerçekleşti. Sir Bob Geldof bu anma yılının sözcüsüydü. Keats’in şiirini “seksi bir müziğe” benzettiğini ifade etmiş bir konuşmasında. Geçen hafta Londra’ya sonbaharın ufaktan gelmesiyle paralel Keats’in sonbahar şiirleri ele alınıyordu bir yazıda. Onun bu şiirleri yazdığı yerleri aynı şekilde dolaşmak mümkün hâlâ.
Keats 1795’te Londra’da Moorgate’te dünyaya geldi. Kendi kuşağının romantik şairleri Percy Bysshe Shelley (30 yaşında hayata veda etmişti o da) ve Byron ile birlikte anılıyor adı edebiyat tarihinde. Ailesi onu Eton’a göndermek istemiş ama paraları yetmemiş, Enfield’de John Clarke’tan eğitim almış. Yazılanlara göre eğitiminin ilk yıllarında Latince, Yunanca ve bahçıvanlık öğrenmiş. Bu üçüncüsünün İngilizler için çok önemli bir mesele olduğunu anladığımdan bana hiç garip gelmedi bu üçleme.
Keats çocuk denecek yaşta hızla klasiklere merak sarmış. Rönesans edebiyatına dalmış. Bir yandan bunlar olurken, öte yandan hayat tüm acımasızlığıyla devam ediyormuş. Babası attan düşüp ölmüş. Annesi ardından mutsuz bir ikinci evlilik yapmış. Tüm bunların sonucunda Keats kardeşleriyle birlikte anneannesine emanet edilmiş. Annesi o 14 yaşındayken ölmüş.
Bugün Hampstead’de girişinde enteresan bir tapasçı bulunan Church Street’te bir çatı katına yerleşmiş ve cerrah Thomas Hammond’a asistanlık yapmaya başlamış.
1815’te tıp öğrencisi olarak King’s College bünyesindeki Guy’s Hospital’a başlamış. Ailesi ve yakınları bu pahalı eğitimi desteklemiş çünkü muhtemelen uzun bir tıp kariyerine sahip olacağını ve hayat boyu rahat edeceğini hesaplamışlar. Ama tabii olaylar böyle gelişmiyor.
1816’da eczacı lisansı almış Keats ama o yıl şair olmaya karar verdiğini açıklamış. Ardından şiirleri muhtelif dergilerde yayımlanmaya başlıyor. Şair olarak belli bir çevrede tanınmaya başlıyor.
Keats 1818’de arkadaşının yeni yaptırdığı Wentworth House’a taşınıyor. Burası bugün Keats’in evi olarak bilinen bina. Hampstead Heath parkı girişine yakın, genişçe bir ev. Yarı müze, yarı kütüphane. Bazen kızımla gidip çocuk kitaplarını karıştırdığımız, ara sıra sessiz bir köşesini çalışmak için kullandığım bir yer.
Keats en önemli eserlerini burada bu bahçede ve Hamstead Heath parkında yaptığı yürüyüşlerde kaleme almış. Bu park bugün de bir orman özelliği taşıyan bir alan. İçinde türlü türlü kuşların, başta buranın en yaygın türlerinden kızıl gerdanların evi. Her köşesinde ayrı bir atmosfer yaşanan, tamamen bakir bir doğa parçası. 200 yıl sonra Keats’in gezindiği patikalardan, onun izinden yürüyebilirsiniz.
Dünya bütün hızıyla dönmeye devam ederken Londra’nın bu köşesinde zaman o kadar da hızlı akmıyor.
İnsan ister istemez her sokağında, binasında onlarca, yüzlerce hikâyeyle ayakta kalabilmiş bir şehrin ne büyük bir lüks ve nimet olduğunu anlıyor.