2 Aralık’ta İngiltere’de karantina sona erdi. Siz bu yazıyı okurken ben muhtemelen bir kafede gazetelere bakıyor ve kahvemi içiyor olacağım. Teknik olarak bu zaten salgın öncesinde de en çok yaptığım şey olabilir. En sevdiğim şey haline de geldi mi bilemiyorum. En azından ilk üçe girer. Konser iki, kafe üç...
En sık yaptığım şeye geri dönmek bile yeterli mutlu olmama. Alt tarafı bir kafede oturmaktan söz ediyorum. O kadar çok sıradan şeyden mahrum kaldık ki...
Geçen gün telefonun derinliklerinde son yıllarda gittiğim konserlerde çekilmiş fotoğraflar buldum. Sanki eskiden çok tedbirsizce, sorumsuzca, aptalca işler yapıyormuşuz gibi hissettim. Evet, bu tanıma girecek şeyleri hepimiz yaptık ama bunlar arasında konsere gitmek yoktu. “Cık cık cık, baksana dibimizde beş kişi falan var. Maske de yok” falan... Bu tip yorumlar. Kalabalıklara karışmayalı konserlere bakışım bile değişmiş. Eski filmlerde her yerde sigara içildiğini görüp “Nasıl bir dünyaymış!” diye düşünmek gibi bir şey. Bundan sonra konserler imkânsızmış gibi geldi bir an için. Hele mart başında Londra’da Eclair Fifi’yi izlemeye gittiğimiz bir partiyi hatırlıyorum da. Salgın Çin’de ortalığı kasıp kavururken buralarda kimse keyfinden ödün vermiyordu henüz.
Bugün konsere gittiğinizi ve mesela kalabalığın ortalarından bir yerinden içecek almaya gidip geldiğinizi düşünün. Ortamdaki bütün virüsleri yalayıp yutmak gibi bir deneyim. Birinin elini sıkmayalı bir yıla yaklaştı, o gidiş geliş esnasında kaç kişiyle içli dışlı olduğunuzu düşünün bir.
Eski maskesiz, ful fiziksel temaslı günlerimizi düşündükçe bu yaşa kadar sağ salim gelebilmemiz mucizeymiş gibi hissetmiyor musunuz siz de?
Müzisyenlerin umutsuzluğunu bundan daha iyi anlayamazdım herhalde. Ben konsere gitmeyi bu kadar özlediysem, onlar sahneye çıkmayı nasıl özledi kim bilir. Ama neyse, ona da çare bulunmuş. Müzisyen başı bir kereliğine 1000 TL yardım yapılacakmış. 1000 TL’ye bugün neler yapılmaz. Tepe tepe kullanın müzisyenler. Hükümetler dünyada sanat emekçilerine destek paketleri açıklıyor diye çok yazdık çizdik. Bizdeki paketten de bu çıktı. Neredeyse bir yıldır işsiz olan insanlara önemli bir destek olsa gerek.
Mahrum kaldığım her şeyi özlüyorum ama cidden en çok kafeleri (bir de konserleri) özlüyorum. İnsanların bir araya gelip Zoom’dan falan değil yüz yüze konuştuğu ortamları. Bir kahve alıp bir şeyler okumayı. Gelen geçen tanıdıklara selam verip sohbet etmeyi. Çalışanlarla gündemi konuşmayı. Ya da hiç tanımadığım insanlarla tanışmayı. Bir video görüşmeye daha katılırsam kusacakmışım gibi geliyor.
Şimdi siz bu yazıyı okurken ben İngiltere’deki 26 bin kafeden birine girmiş olacağım. Kahvemi içerek bir şeyler okuyacağım. Sadece bu bile yetecek. Belki eğer kulaklarımı dinlendirmeye karar vermemişsem bir şeyler dinleyeceğim. Deliklerinden çıkıp kahve içmeye gelen müdavimler olursa onları göreceğim ve iki çift laf edeceğim. İnsanlığımı hatırlayacağım.
Yok, yanlış anlamayın, hayat eskiye dönmedi henüz İngiltere’de ama işte mekânların açılması bile bir olay. Özellikle kafelerin. Darısı sizin başınıza.
(Not: Yazıyı yazdıktan sonra okudum, şimdiden salgında üçüncü dalgadan bahsediliyormuş. Valla gelsin hayat bildiği gibi, ne diyeyim.)
Karantinada sağlık
İngiltere’de herkes koşuyor. Sabah, akşam, kar, yağmur, soğuk, sıcak demeden herkes koşuyor. Sokağa çıktığınızda bazı saatlerde normal kıyafetlerle yürüyen insandan çok eşofmanlı koşan var. Koşanlar, siz yürürken arkanızdan giderek yaklaşan adımlar ve öfkeli bir boğa gibi nefes alışverişleriyle oflaya puflaya kendilerini belli ediyorlar. Önceleri sağa mı sola mı kaçacağımı bilemezdim. Arkadan harıl harıl nefes yaklaşırken hangi tarafa çekilsem birine çarpıyordum. Şimdi biraz daha uzmanlaştım. En azından doğru zamanda doğru yöne kaçabiliyorum. Koşanlar boy boy, yaş yaş. Ailece koşanlar var. Yaşlı grupları var. Tek başına kulaklıkla koşanlar, kilolu olanlar, zayıf olanlar, sevgililer, köpekli koşanlar, geceleri kafalarında fenerle grup halinde koşanlar, buz gibi havada şort tişört koşanlar. Hepsi var. Çok ama çok yağmur yağabiliyor İngiltere’de ve bazen böyle günlerde “Herhalde bugün evde oturuyordur insanlar” diyorum. Adımımı atar atmaz o ayak sesleri ve harıl harıl nefes her yerde. Eve yakın bir park var. Bazen yürürken güçlük çekiyorum sağa sola kaçmaktan ne etrafa bakabiliyorum ne de önüme. Karşıdan gelen koşu gruplarına yol vermek için hep çamura giriyorum. Bir keresinde parkın yanından akan derenin yağmurla taşmasından oluşan gölete bileğime kadar girdim. Ördekler, kazlar bile kaçıştı.
Ne de olsa koşanlara yol vermek lazım.
Spor salonları karantinada kapalı olduğundan ve herkes ofiste değil evde olduğundan ve sokakta koşmak karantina zamanında da kısıtlamaya dâhil olmadığından herkes koşuyor. Ve yürürken kendini fazlalık gibi hissediyor insan. Madem öyle ben de koşayım diye başladım koşmaya. Şimdi yağmur çamur demeden koşuyorum. Ahaliyle uyum sorunum da kalmadı. Bir de İngilizler gibi yağmura ve soğuğa kayıtsız kalmayı öğrendiğim gün her şey daha da iyi olacak.