"Bugünün işini yarına bırakma” deriz. İşte onun tam tersine “procrastination” deniyor İngilizcede. Bugünün işini sistematik olarak yarına bırakmak demek. Ötelemek, ertelemek, sallamak, ağırdan almak, oyalamak. Bir sürür fiil sayabilirim. Ana fikir, yapmamak, bir türlü başlayamamak. Elim gitmiyor denir. İşte o.
Başlamak için bir sürü notlar almak, saatler kurmak, toplantılar planlamak, kendi kendine takvimlere deadline’lar eklemek ama bir türlü, bir türlü başlayamamak.
Birikir birikir birikir o saçma sapan ufak işler. Hayatını ele geçirir. Edilmesi gereken bir telefon. Bir mail. Çoğu zaman birden fazla mail. Mail kutularıma günde 400 kadar mail geliyor benim.
Değiştirilmesi gereken bir ampul. “Arabayı yıkat!” “Tamam şimdi şey olsun da öyle yıkatırım.” Ne olursa yıkatacaksın mesela? Kuş kakasından arka cam görünmüyor.
Kafa sesim böyle çoğu zaman.
Sırf elim gitmedi diye öteleye öteleye, seyretmediğim, kullanmadığım stream servislerine aylarca para ödedim. Bankadan şeyi şey yapmak lazım yoksa şey olacak. Bunu gibi bir sürü angarya tam ötelemelik. Aylarca süründür. Sonra cezalı öde.
Sanırım “procrastinaton” insanların hayatını kemir kemir kemiren dev şirketler için büyük bir gelir kapısı. Bize, hayatımızda yeteri kadar ötelediğimiz iş yokmuş gibi her gün yeni öteleme kalemleri yükleyen bankalar, telefoncular, stream’ciler, onların yanında elbette elektrik, su, doğal gaz, şu bu faturalarını kesen devlet, buradan ne kadar büyük paralar kazanıyor kim bilir. “Ötelemeden elde edilen gelirler” diye bir hesap yapılmalı. Her şeye abone olmak kolay ama ayrılmak faksla. Ötele dur. Yıllık kişi başına düşen gayri safi öteleme giderimiz ne kadar?
Bunun çağımızın sorunu olduğunu anlamamdan çok önce üniversitede yapardım. Yumurta kapıya dayanmadan ders notu okumamak. Sınava bir önceki gece sabahlayarak hazırlanmak. Bunu yaparken dahi “Yarın sabah otobüste bakarım, şimdi biraz dışarı çıkayım” demek. “Dur önce bir çay koyayım”dan daha geleneksel bir öteleme duydunuz mu?
Tarabya’daki okuluma Ataköy’den gidip gelirken otobüste bayağı zaman geçiriyordum. Aslında bu süreyi hayırlı bir iş için değerlendirme arzumda haklıydım. Ama onda bile önce Taksim’e gideyim de oradan Tarabya’ya kadar olan kısımda çalışırım deyip gene sağa sola bakar ya da gazete okurdum. İşin garibi bu tip sınavlardan hep iyi not alırdım.
Ötelemek konuşulmayan büyük bir sır, odadaki fil çoğu zaman. Bu konuda çok yazılıp çiziliyor ama gerçek hayatta “Bende öteleme hastalığı var, tedavi olmam lazım” diyeni duymadım. Benim mesela kesinlikle böyle bir hastalığım var ve tedavi olmam lazım. Ama internette yüzlercesini bulabildiğim yaşam koçluğu zırvaları, “Nasıl verimli olursunuz” tarzı copy/paste sığlıklar ya da sabahları on dakika yapılacak ve bütün gününüzü kurtaracak sihirli birtakım hareket ve zihin oyunları müjdelerine ihtiyacım yok. Bunlar işe yaramıyor. Hatta bunlar çoğu zaman öteleme bahaneleri. Bence konu insanlık için çok ciddi boyutlarda. Herkes her şeyi öteliyor, erteliyor. Dev bir erteleme çığının içinde savrulup gidiyoruz. Belki de bunun bir rahatsızlık olarak kayıtlara geçmesi ve ilgili alanlarda artık meşru bir gerekçe olarak kabul görmesi gerekiyor. “Kronik öteleme hastasıyım, üzerime gelmeyin.”
Ve evet, aslında işe neden ha bire ötelediğimizin derinliklerine inerek başlamamız lazım. Çok fazla ve çok gereksiz küçük görevlerle dolu bir hayat ne kadar daha sürdürülebilir? Multitask olmak, yani aynı anda bir sürü şeyi yapabiliyor, idare edebiliyor olmak, çok yönlülük, farklı ilgi alanlarına sahip olmak hep iyi şeyler ve çağdaş hayatta gereklilik olarak ifade ediliyor her yerde.
Belki de herkes en iyi bildiği işi yapmalı. Çok yönlü, sığ ve ha bire meşgul olmaktan daha iyi şeyler de olamaz mı hayatta?
Ben bu yazıyı yazarken ötelediğim işlere yenileri eklenip duruyor. Meşru öteleme günü olan pazar günümüz cümleten kutlu olsun.