Müzisyenlerin kripto para üzerinden albümlerini pazarladığı yani yepyeni bir formata imza attığı hafta, 90’lardan bu yana evde bir şekilde biriken CD’lerime veda ettim. İkisi aynı haftaya geldi. Bunun kozmik bir anlamı var mı bilmiyorum. Kendimi hafiflemiş hissediyorum.
CD’lerimi çalışma odamda ya da salonun bir köşesindeki raflarda göreceğim bir yerde tutmak hoşuma gidiyordu. Bir şekilde plaklar gibi “cool” olmadıklarını ve asla olmayacaklarını biliyordum ama bu konuyu tartışmaya pek açmıyordum.
CD’leri zamanında muhtelif yerlerden, muhtelif fiyatlara ve muhtelif durumlarda satın almıştım. Hepsi bana, aynı plaklar gibi, bir şeyleri hatırlatıyordu. İşin bu yönünü önemsiyordum. Bunu seviyordum.
Son 5-10 yıl içinde çok taşındım. Farklı mahalleler, farklı şehirler, farklı ülkelerde bulunan birbirinden farklı boyutta, şekilde ve haletiruhiyede evlere sığışmak için pek çok eşyamızı geride bıraktık. Verdik, sattık ya da attık. Kişisel eşyalarımızın evdeki eşyalar içindeki payı giderek azalırken çocuğumuzunki her geçen gün arttı.
Her gittiğimiz evde eşyalarımız biraz daha değişti. Adeta fazlalıklardan kurtulduk, eledik eledik sadece en sevdiklerimizi, asla vazgeçemeyeceklerimizi yanımıza almayı öğrendik. Kırmızı çizgiler oluştu. Benim kırmızı çizgim plaklar, amfi, hoparlörler, CD’ler ve koltuğumdu. Bunları yıllardır tartışmamıştım.
Geçen ay yeniden taşınınca kırmızı çizgilerimi sorgulamaya başladım. Evde yer olmadığından değil, CD ve plak kolilerini ve bunları koyduğum rafları oflaya poflaya merdivenlerden yukarı çıkaran taşınma şirketi elemanlarına bakarken sorguladım bu kırmızı çizgilerimi.
Bu raflar, binlerce CD, yüzlerce plak... Neden bunu yapıyorum ben? Telefonumda bunun yüz bin katı müzik varken elimin altında, neden bu eziyet? Kime neyi kanıtlamak için? Bu hoparlörler, bu amfi, bu pikap. Bunun beşte bir kadar yer kaplamayacak ama daha iyi ses verecek bir sürü yeni sistem var.
Artık evde müzik dinlemek diye bir alışkanlık mı kaldı ki? Herkes kendi ekranı ve kendi kulaklığına sahip ve bununla gurur duyuyor. Salonda sesi açıp koltuğuna oturup müzik dinlemek yer ve zaman israfından başka bir şey değil günümüz dünyasında.
Kimsenin böyle bir zamanı ve lüksü yok. Üç beş arkadaş bir araya gelince de başka şeyler yapıyoruz, 1976 yılındaymış gibi elimizde şaraplar gözlerimizi kısıp progresif rock dinlemiyoruz. Kimse dinlemiyor. Ben de dinlemiyorum. Zamanımın yüzde 90’ında bilgisayarım, kulaklığım ve ben takılıyoruz. Plaklar bana bakıyor, ben plaklara. Müzik arşiviniz plaklar ve CD’lerse, çok az müzik dinliyorsunuz demektir. Hepsine ulaşıp kabından çıkarıp dinlemek imkânsız. Oysa iki saniyede ulaşabiliyorum ve stream edebiliyorum. Bir sürü atıl duran müzik var demek ki raflarda. Bu sistem verimli değil. Ayrıca o salonda en az beş kişi farklı köşelere oturup çalışıp müzik dinleyebilir, film izleyebilir, kitap okuyabilir aynı anda.
Taşımacı gençlerden biri iç mimarlık eğitimi alıyormuş. Bana CD’ler ve plaklarla ilgili bir sürü soru sordu. Bu tip müzikal nesneleri mimari unsur olarak kullanmaktan bahsetti kan ter içinde. Artık kimsede olmadığından ve işlevi de kalmadığından dekoratif amaçlı kullanılabilirmiş. Son derece haklıydı. Kendimi eksantrik koleksiyoncular gibi hissettim. Eksantrik koleksiyoncu değilim ben. Ama zamanı geçmiş sessiz, tozlu nesneler arasında oturan bir dede gibi görünüyor olabilirim.
Bugünden sonra CD’lere ve plaklara bakışım değişti. İşin başka eleştirilecek yönleri de vardı. Evdeki binlerce CD ve plağın gösteriş olduğuna inanmaya başladım. Bu kadar zahmetin altında aslında gayet kaba bir
gösteriş ihtiyacı mı yatıyordu bunca zaman?
“Bakın, ben müzik dinliyorum. Hem de sizin dinlediğiniz gibi değil, daha farklı dinliyorum. Sizden daha iyiyim ben. Plaklarımı İstanbul’dan Varşova’ya, oradan Londra’ya taşıyorum.” Gereksiz lüks bir arabayla gaza basa basa hava atmaktan, ıssız bir koya gemi gibi lüks yatla girip ortamın içine etmekten ne farkı var bunun?
CD’leri karıştırmaya başlayınca gerçekten çok manasız bir sürü CD’nin oradan oraya benimle gelmiş olduğunu fark ettim. Hangi sanatçının hangi CD’sini attım, hangisini tuttum, isim vermem ayıp olur. Ama büyük küçük herkes tarz ve tür ayırımı olmaksızın geri dönüşümü tattı demekle yetineyim.
CD’lerimin büyük kısmından kurtuldum. Rafları büyük bir zevkle kaldırıp geri dönüşüm konteynerine attım. Metal tabana vururken çıkardıkları ses hâlâ kulaklarımda. CD’leri de torbalarla götürüp bıraktım. Ama tabii yufka yürekli olduğumdan ve o kadar da cesur olmadığımdan bir sürüsü hâlâ duruyor. Onlardan vazgeçemiyorum. Bir sonraki varoluşsal krizime kadar da duracaklar o şekilde.
Peki plaklar? Plaklara daha sıra gelmedi. Ama onlar da bu ayıklamadan payını alacak.
Yazının başında bahsettiğim kripto para meselesini anlatacağım. Müzisyenlerin yeni gelir kaynağı ve müziklerini dinleyicileriyle paylaşma şekli “artist token” denen sanal para birimleri üzerinden olacakmış gibi duruyor gelecekte. CD satamayan, token satmaya çalışıyor. Telefonundaki bir uygulamanın sanal rafında durması için.
Bu konuyu gelecek yazıda kurcalayayım.