Kovid falan derken gündemden iyice düştü ama burada yani İngiltere’de Brexit diye bir gündem var ve şu ara yine canlanmakta. Hani Britanya toplumunu ikiye bölen, ‘çıkalım kalalım’ ikiliği yaratan, çıkalımcıların kazandığı, uzadıkça kabak tadı veren ve sonunda Boris Johnson’ın başbakan olmasıyla nihai olarak tarihi konan Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden çıkışı hadisesi.
31 Aralık’ta yani şahane (!) geçirdiğimiz 2020 yılının bitmesiyle Birleşik Krallık da Avrupa’dan kopmuş olacak. Bu da elbette burada yaşayan Türkleri yakından ilgilendiriyor.
Tam olarak bir kopuş mu? Hayır değil çünkü Avrupa orada duruyor, Ada da burada. Yüzlerce, binlerce yıldır nasıl olduysa, bundan sonra da hayat devam edecek. Ama bazı şeyler değişiyor. AB üyesi ülke vatandaşları için bazı şeyler eskiye göre daha zor olacak. Şu ara herkes bunu konuşuyor. Avrupalı arkadaşların, Avrupa dışındaki ülkelerden dostlarım ve elbette görüştüğüm Türk arkadaşlarım, hepimiz merakla bekliyoruz.
Burada çalışma ve diğer haklara sahip olanlar haklarını koruyacaklar ancak yeni gelecekler için birçok şey değişecek. Artık bir AB üyesi ülke vatandaşıyla bir Türk arasında, en azından işe giriş prosedürleri bakımından fark kalmıyor. Ben bunun bizim için olumlu olduğunu düşünmeye başladım, okuduğum haberlerdeki detaylara bakarak. Türkler için bazı şeylerin iyiye gideceğini düşünebiliriz yani.
Yurt dışında çalışmak Türkler için her zaman çok ama çok zor. İngiltere’deki duruma biraz vakıfım. İşinizi iyi yapmanız, iyi eğitim almanız ve iyi referanslara sahip olmanız yetmiyor. Ayrıca, binlerce bürokratik aşamadan geçmek gerekiyor. İşe gireceğiniz firmanın AB üye ülkeleri içinde sizin işinizi yapacak birini kesinlikle bulamadığını ve bu işin sadece ve sadece sizin tarafınızdan yapılabileceğini otoritelere kanıtlaması gerekiyor. Sizin de bunu firmaya kanıtlamanız lazım. Takdir edersiniz ki çok zor bir süreç. Sıradan bir AB vatandaşına rakip olmak için, sizin neredeyse işinizde ordinaryüs profesör düzeyinde olmanız isteniyor. Özetle, bu bir çeşit fırsat eşitsizliği doğuruyor.
Ancak yeni sistem bu açıdan Türklerle AB üyesi ülke vatandaşlarına eşit muamele yapacak. Uzmanlık alanım olmadığından, detayları bilmem mümkün değil. Ancak şu kesin ki artık herkes eşit şartlarda yarışacak. Bu bile iyidir diye düşünmek istiyorum, biraz da safça. Türkiye’nin iyi eğitimli insanlarının Türkiye’de liyakate dayalı bir çalışma ortamı bulamadığı sır değil. Bu anlamda insanlar hak ettikleri muameleyi görecekleri ve hak ettikleri gibi yaşayacakları işlere, çevrelere (ülkelere) gitmek istiyorlar. Beyin göçü deyince tam anlaşılmıyor. Beyin göçü bir keyfiyet, bir tercih değil, mecburiyettir. Ve sanırım Brexit bazı konularda liyakat sahiplerini eskiye göre daha eşit şartlarda ödüllendirecek yeni bir sisteme geçiyor. Bu bizim insanımızı nasıl etkileyecek? Meşhur ‘Ankara Anlaşması’ ve ona bağlı uygulamaların sona ermesi nasıl bir etki yaratacak. Cidden merak konusu. 2021 bakalım neler getirecek?
Gezi yazarlığı
“Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat” denir ama bugün bir yere giden sadece yediğini içtiğini anlatıyor. Gezip görmenin sosyal medyaya cuk oturan tarafı da bu. Yediğini, içtiğini, giydiğini sergiliyorsun. Gezmek eşittir bunlar. Halbuki dünyada gezi yazılarının çok çeşitli olanları var ve ben içinde sadece yeme içme olmayanlarına bayılıyorum. Gezi yazarlığı sadece şuraya git şunu ye, şu müzede takıl, şu “lokal” bi’ şeycide şunu yap değildir. Mesela Stephen Sweig’in Everest Yayınları’ndan çıkmış “Yolculuklar”ındaki kişisel havadan sudanlığı, Gündüz Vassaf’ın “40 Yıl Önce 40 yıl Sonra, Amerika Rusya” adlı kitabındaki gibi çocukluğunda gidip gördüğün yerleri 40 yıl sonra tekrar gidip görerek tuttuğu notlardaki keskin gözlemleri seviyorum ben. Ve bunları her zaman hedonist gezi yazarlığına ya da macera, mücadele anlatanlara tercih ediyorum.
Geçen cumartesi Kentish Town’da ana caddedeki fast food’cuların, marketlerin arasında onurlu mücadelesini devam ettiren butik kitapçılardan Owl Bookshop’daydım. 2 Aralık’ta karantina sona erince kitapçılar açıldı ve tahmin edeceğiniz gibi hayatım renklendi. Tezgâhları karıştırırken işte tam da tarif ettiğim bir gezi kitabıyla karşılaştım. Ekim 2019’da yayımlanan bu kitap 2020 Edward Stanford Gezi kitapları ödüllerinde adaylardan biriydi. Yazar Rory Maclean, İngiltere’nin çok satan gezi yazarlarından. Bu kitap yazarın 1989’da, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının hemen ardından gidip gördüğü ve kaleme aldığı Doğu Bloku ülkelerini, 2019’da yeniden gezmesi sonucu ortaya çıkıyor. 30 yılda ne bekleniyordu, ne oldu? İyimserlik yerini nasıl oldu da totaliter nitelikli sağ rejimlere bıraktı? Bu gibi sorular yanıtlanmaya çalışılıyor. Kitabın “Gerçekler, yalanlar ve Avrupa’nın sonu” diye de hafif iddialı bir alt başlığı var. Çok şey beklemeden aldım, sadece bu ülkelerin büyük şehirlerinde neler olduğu hakkında bir fikir edinmek amacındaydım ama çok sardı. Bir nevi güncel tarih okumasına dönüştü. İngilizcede okuyabilenlere tavsiye ederim.
Bu vesileyle, yeme içme dışı gezi yazarlığına da bir selam çakmış olayım. Dünya hızla değişirken bu tip kitapları arayıp bulmanın ya da tozlu raflardan indirip yeniden okumanın tam zamanı.