Koşmayı sevemiyorum. Deniyorum ama olmuyor. Sadece sabahları kalkıp belli bir süre spor olsun diye koşuyorum. Sağlık için gerekli bir tür mecburiyet gibi. Yani dişleri fırçalamak gibi. İnsan dişlerini fırçalamakta hayatın anlamını bulur mu? Koşmak neden farklı olsun?
Murakami’nin “What I Talk About When I Talk About Running / Koşmasaydım Yazamazdım” adlı kitabını okuyalı hayli zaman geçti. Çok çok sevdiğim bu yazarın neden koştuğunu anlattığını bu kitabı büyük bir ilgiyle ve heyecanla okumuştum. Çünkü hiç içine giremediğim koşma kültürünü onun üzerinden onun sayesinde sevmek istiyordum. Bu hayalle okudum kitabı. Çok çok dikkatle ve büyük bir empati hissiyle anlamaya çalıştım. Koştum ve koştum. Ama bir türlü anlayamadım. Koşmaktan alınan zevki, keyfi hiç anlayamadım.
Bana göre, koşmak devamlı saate baka baka geçmek bilmeyen bir süre boyunca yapılan monoton bir etkinlik. Koşmanın kendisinden bir türlü kopamıyorum koşarken. Aklım zihnim başka kapılar açıp vücudumu koşmaya bırakıp keyfine bakamıyor. İçimden bir ses devamlı koştuğumu ve mesafenin tamamlanmasına daha çok zaman olduğunu fısıldıyor kulağıma.
“Kaç kilometre oldu? Hımm, daha çok az olmuş. Kaç dakika geçmiş? Hımm, daha var.” Benim koşma deneyimim bunun ötesine geçemiyor. Sıkıntıdan patlıyorum koşarken.
İngiltere’ye geldiğimden bu yana insanların çılgınlar gibi, bağımlılar gibi koştuğuna tanık oluyorum. Yaşlı genç, göbekli göbeksiz, sağlıklı, hasta herkes ama herkes koşuyor. Fit olsan da olmasan da koşuyorsun. Yani insanın bu ortamda koşmaması büyük bir eksiklik, büyük bir hata, en önemlisi de büyük bir aptallıkmış gibi geldiğinden ben de devamlı koşuyorum. Ama hâlâ en ufak bir zevk alamadım. Hayatı boyunca orgazm olamayan kadınlar gibiyim. Koşmaktan en ufak bir keyif alamıyorum.
Spor yapmak sağlıklı olmak. Evet, işte koşuyoruz bunlar için tamam anladım da gözler kısık bambaşka ufuklara bakan, o sadece kendisinin görebildiği noktaya doğru adımları hızlandıra hızlandıra koşanlardan olamıyorum. Bir süre sonra o noktaya gelirim diye çok bekledim ama bekleye bekleye de olmuyor. Olmadı.
Basket oynadığımda zaman nasıl geçiyor anlamıyorum. Tenis oynuyorum bazen, kan ter içinde kalsam da çok eğlenmiş oluyorum. Sürenin nasıl geçtiğini unutuyorum. Bir keresinde dört saat oynamışım. Bacaklarım yorgunluktan hissizleşince fark etmiştim.
Ama koşarken sadece “Of, püf! Kaç dakika kaldı?” kafasından çıkamadım şu ana kadar.
Yanımdan geçiyorlar büyük bir keyifle koşan gruplar. Onlar yaklaşırken onlar gibiymişim gibi şöyle bir dikleşiyorum, gözlerim ufuklarda hayatın anlamını keşfetmiş gibi yapıyorum. Sonra gene düşüyor omuzlar: “Of, püf! Kaç dakika kaldı?”
Koşu için spor malzeme satan büyük markalar koşmanın bir tür ibadet haline gelmesine önayak oluyor. O reklamlarda kişisel koşu hikâyeleri, mücadeleler “challenge”lar var. Bir bütünün bir parçası olarak koşmak vazgeçilmez bir modern yaşam olgusu olarak sunuluyor. İnsanlar koşarken aşırı utlu, orgazmik yüz ifadeleriyle kilometrelerce koşuyor, ter içinde kalıyorlar. Çok çok yoruluyorlar ama başarıyorlar. Sonunda büyük bir mutluluk geliyor. Bana öyle olmuyor.
Acaba benim gibiler için “Yapmamız lazım diye yapıyoruz ama eğlenmiyoruz ya da hayatın anlamını bulmuyoruz sadece koşuyoruz işte” temalı reklamlar olamaz mı? Hem bizim kesimi yakalar sisteme kazandırır bu reklamlar hem de eğer sayımız çoksa belki kendimizi yalnız hissetmeyiz bu sayede.
Gördüğünüz son satırda bile koşmayı sevmeye çalışıyor yazarınız.
Yepyeni bir mecra
Aynı iş yerindeki insanlarla pandemide farklı bir boyuta geçildi. Eskiden uzaktan merhaba dediğiniz, bir iki toplantı dışında pek görmediğiniz bir sürü insanın şu anda çalışma odasını, mutfağını, salonunu ayrıntılarıyla biliyorsunuz.
Düzenli video görüşmeleri yapanlar arka plandaki en ufak değişikliği hemen fark ediyor. “Ooo! Yeni kitap gelmiş arkandaki rafa.” “Koltuğun yerini değiştirmişsin.” Büfenin üzerinde duran bitkiye ne oldu?” Karantinada hayatlar o kadar tekdüze ki el âlemin arka planını incelemek önemli bir eğlence.
Geçenlerde bir arkadaş arka planına Guns N’Roses posteri koymuştu. Bayağı konuşuldu. Bu hafta call’da insanlar sevdikleri ya da dalgasını geçtikleri film karakterleriyle call’a girdiler. Önümüzdeki hafta hangi ilginçlik olabilir arka planda onu bekliyoruz. Bu iş böyle devam ederse yakında arka plana reklam almalar da gelir mi? Karantina halleri çerçevesinde ben hiç şaşırmam.