5 Mart dünya kitap günü. Her yıl davul zurnayla kutladığım bir gün değil ama bu konuda bir iki laf etme şansını kaçırmak istemem. Kitap ufak ufak ‘kaybolup giden güzelliklerimiz’ kategorisine girecek diye korkuyorum ben. Korkum çok da yersiz değil. Eskiden Avrupa’ya gidenler “metroda, otobüste trende her yerde kitap okuyor adamlar” babında cümlelerle geri döner ve hayretlerini anlatırlardı. Bugünlerde Avrupa’ya giden biri telefona gömülmüş kulaklıklı kafalar görebilir en fazla. Her gün trenle gidip gelen biriyim ve sanırım iyi bir “commuter”ın bütün özelliklerine sahibim. O yüzden gözlemlerim gayet isabetli inanın.
Artık Avrupa’da toplu taşımada herkes kitap okumuyor. Benim yaşadığım Londra’da bir sürü insan telefon ve iPad’ine bakıyor. Kitap yaygın ama rakipler güçlü. iPad’den ya da telefondan film/dizi izlemek giderek yaygınlaşmış. Netflix ve benzeri platformlara abone olup diziyi iyi bir kulaklıkla yolda izlemek şu günlerde en büyük trend. Ardından
Görüntüler her yerde. Biliyorduk evet. Okuyorduk. Ama bu kadar net görmemiştik. Sahilde, bileklerine kadar buz gibi suya girmiş, yer kapmak için mücadele ediyorlar. O güzel çocuklar ürkmüş bakışlarla kameralara bakıyor. Anne babalarının elini sıkıca tutmuşlar. Bir bilinmeze doğru gidecekler. Haberleri yok hiçbir şeyden. Saf iyilik. Hepsi melek. Karşı kıyıda onları ne bekliyor?
O güzelim çocuklar, ayakları buz gibi suyun içinde, o güzel gözleriyle bakıyorlar şaşkın. Bir elleri annelerinin elinde. O minicik bebekler kucaklarda sarıp sarmalanmış soğukta o lastik bota binecekler. Anneleri onlara sıkı sıkı sarılacak. Buz gibi derin suya açılacaklar. Rüzgârlar sert esecek, dalgalar kabaracak.
Videoları izliyorum, haberleri okuyorum. Kızımın yatak odasına gidiyorum. Derin derin nefes alıyor uyurken. Üstünü örtüyorum. O güzel çocuklar o masumlar, güzel gözleriyle bana bakıyor. Hepsini sarıp sarmalayıp kapıp kaçırmak istiyorum oradan. Acaba nereye gidecekler? Başlarına ne gelecek? Neler bekleyecekler hayattan ve ne bulacaklar?
İrem Derici’yi başta tanımadım. Acaba bu yeni hip hop vokali kim diye merak ettim. Ana akım beğenilen her şeyi hüp diye içine çekip işte İrem Derici örneğindeki gibi yeniden üretip bir pop şarkıcısının üzerine hoodie olarak yapıştırıveriyor
Demet Akalın, Ben Fero’nun “Demet Akalın” adlı şarkısının videosunda şöyle bir görünmüştü ama ne kadar uğraşsak da bunu popçuların rap’in popülerliğinin cazibesine kapılması olarak yorumlayamayız galiba. Olsa olsa ünlü bir popçunun kendisine atılan şık bir pasa centilmence karşılık vermesi diyebiliriz. Gerçi centilmenlik de olsa arka planda elbette “popülerlik” vurgusu var. Bu şarkı beş yıl önce yapılsaydı bu centilmenlik büyük ihtimalle olmayacaktı. Popçuların rap’e kayıtsız kalamadıkları artık çok bariz. Rozz Kalliope - Ece Seçkin iş birliği örneğindeki gibi bir anda şalteri rap’e çevirenler var. Pop şarkıları söyleyen Ece Seçkin “Benjamin 3” adlı şarkıda ansızın hip hop’çı olarak karşımıza çıktı.
Kültürel farklılıkların ortadan kalktığı ortak alanlar giderek yaygınlaştı son 10 yılda. Belli büyük şehirlerin belli mahalleleri, sokakları dönüşümler başkalaşımlar yaşayarak aynılaştı. Hangi şehre giderseniz gidin arka planlar ve içinde bulunduğunuz mekânlar birbirine benziyor. Kafeler, restoranlar, sanatsal mekânlar ve bunun gibi ortak alanlar benzeştikçe bu mekânların getirdiği kültürel kodlar da benzeşiyor. Mekânlarla birlikte insanlar da aynılaşıyor. Ya da biz öyle sanıyoruz. Bazı şeyler çok farklı. Geçenlerde Tate Modern’ın programına göz gezdiriyordum. Çocuklar için protesto kursu var. 5 yaş altı çocuklara “Protesto yapmayı keşfedin” diye kurs açılmış. Neler var programda diye göz gezdirdim: “Standart kalıplara itiraz etmeyi, gençliğin değiştirme gücünü kitap ve oyunlarla keşfedin” deniyor. “Protesto Nasıl Yapılır” konulu uygulamalı bir workshop’ta katılımcı çocuklar bir protestoyu baştan sona örgütlüyor ve hayata geçiriyorlar. Bizde bu
Bir gün gene eskisi gibi zengin kadrolu festivallerimiz olacak mı? Bu sorunun yanıtını bazen cidden merak ediyorum. Dünyada festival coşkusu tam gaz devam ederken biz 2000’lerin başında gelişen bu önemli kültürü kaybetmek üzereyiz. Biz kamplı gecelemeli festivalleri memlekette yaşadık. H2000’i, Rock’n Coke’u, Parkorman’daki J&B Techno Festivalllerini, Radar Live’ları güzel anılarla hatırlıyoruz. Z kuşağının böyle bir şansı pek yok gibi. İnşallah “alpha”lar bu tip kültürel zenginlikleri yaşayabilirler. Kuşaklararası dileklerin ardından sadede geleyim.
Yaz festivallerine ait afişlere ve festival kadrolarına dair haberlere göz gezdirirken Zorlu PSM Caz Festivali 2020 kadrosu açıklandı. Heyecan verici isimler var. Zengin kadrolu, türler arası geçişlere izin veren programa sahip festivaller her zamankinden daha önemli bugün. Çünkü dinleyicinin kulağı artık eskisi gibi muhafazakar değil. Her türe ve müziğe açık. “Her Müziğin Caz Festivali” bu bakımdan isabetli bir slogan olmuş. İnsanların yeni
Karbon ayak izine önem veren müzisyenler arasına Kevin Parker da katıldı. Parker bir “aziz” değil ama bu dünyadan da değil pekTame Impala’nın yeni albümü “The Slow Rush” 14 Şubat’ta yayınlanmıştı. Şu ara yayınlanan en dikkat çekici albümlerden biri. Kevin Parker geçen hafta bir dizi röportaj verdi. Bunlardan anladığımıza göre karbon ayak izi sıfır olan konserler planlanıyor. Coldplay de birkaç ay önce aynı yönde bir açıklama yapmıştı. Kevin Parker daha mütevazı. Parker, “Karbon ayak izimizi tam olarak sıfırlayamasak da azaltabiliriz. En azından konuya dikkati çekmiş oluruz” diye konuşuyor.
Albüm muhtemelen 2020 yıl sonu listelerinde en iyiler arasında yer alacak. Parker, artık tek başına bestelediği ve kaydettiği Tame Impala müziğinde farklı bir seviyeye geldi. Bunu da müziğinin ve şarkılarının son üç albümde giderek kişiselleşmesine bağlıyor. Kendim hakkında ne kadar açık konuşursam müzik de o kadar tatmin edici oluyor demiş. Parker kozmoloji okumuş. Psychedelic pop gibi kendine has bir türe
Adı bu değil. Beyoğlu Kültür Yolu Planı olarak açıklandı. İçeriğine baktığımızda yine bir sürü tadilattan söz ediliyor. Tadilat ve inşaat ile Beyoğlu’na ve genel anlamda kültüre herhangi bir katkıda bulunulması mümkün değil. Ben, yetkililer bunu son 10-15 yılda yaşanan tecrübelerle anladılar diye düşünüyordum ama sanırım yanılmışım. En azından yetkililer arasında sayıları az da olsa birileri bunca yıl sonra “O masaları sokaktan kaldırmayacaktık, Beyoğlu’na hiç ilişmeyecektik” diye düşünüyordur diye hayal ediyordum. Ama durum
öyle değil.
Bir defa planlama konusuna itirazım var. Ülkeler plan yapabilir. Ekonomi, sağlık, eğitim planlanmalı. Ama her şey planlanamaz. Kültürel hareketler planlayabildiklerimizden değil, planlayamadık-larımızdan ortaya çıkar. Zapturapt altına alamadıklarımız bize kültürel hareketler olarak geri döner. Bizi zenginleştirir ve dönüştürürler. Çünkü kültürel hareketler tepkiden doğar. Tepkinin nasıl olacağını kestirmek, nereden filiz vereceğini bilmek
Et yerine geçen ama et olmayan yiyeceklerle, eğer Londra’da yaşıyorsanız çok daha fazla karşılaşıyorsunuz. Yüzde yüz bitkilerden üretilmiş ürünler, yiyecekler. Bizde olsa gülüp geçilir, esprileri yapılır. Soyadan Adana falan sanırım et sever bir millet olarak bize hâlâ çok uzak. Ama dünya başka bir yöne doğru evriliyor.
Bugün herhangi bir restorana ya da kafeye gittiğinizde, yani teması veganlık ya da vejetaryenlik olmayan sıradan bir kafeden bahsediyorum, karşınıza mutlaka normal menü yanında bir de vegan ya da vejetaryen menü çıkıyor. Ayrı bir menü yoksa mutlaka menünün bir kısmı buna ayrılmış oluyor.
İş yerlerindeki yemekhanelerde her gün, et yemeyenler için çeşitli öğünler dışında et görünümlü ama et olmayan yiyecekler çıkıyor. Fast food restoranları da bu doğrultuda menüler çoktan hazırladılar. Yani et yememek “niş” bir şey değil. Hatta et yememek kitlesel olmaya doğru evriliyor ve ben bunu Londra’da çok net bir biçimde görebiliyorum.
Geçenlerd