Babamı kaybettim. Geçen hafta gecenin kör saatlerinden birinde geldi telefon. O telefonun bir gün geleceğini biliyordum. Annesi babası belli yaşlara gelen her insan gibi, anne babasından uzakta yaşayan her insan gibi, her çalan telefonda nabzı yükselen herkes gibi, bu tedirginliği tanıyan herkes gibi, bir gün geleceğini biliyordum ben de. Ama önceden hazırlanmanın, kurmanın, beklemenin hiçbir faydası yokmuş. O telefon geldi. Ve ben hiçbir şeye hazır değilmişim.
Babamı ani bir kalp kriziyle kaybettik. “Keşke”lerle, “ama”larla, dualarla yolcu ettik. Bir camide yakınlarının katıldığı bir cenaze namazı kılınamadı çünkü Kovid yüzünden bunlar yasak.
Benim babam eşi dostu arkadaşları topluca ona son görevini yapamadan, telefonda taziyelerle, yüzümüzde maskelerle uğurlandı.
Kovid yüzünden canı çok sıkkındı. Hastalıktan çok, son dönem yaşlıların eve kapatılmasından şikâyetçiydi. Yaşam kalitesi giderek düştü. Yürüyüşlerini yapamaz, hareket edemez oldu. Kovid’den değil ama Kovid yüzünden
Dünyanın aynılaşması (globalleşme de diyebiliriz) sürecinde evlerin içinin de aynılaştığının farkında mısınız? Bir süredir kafayı buna takmış durumdayım. Pandemi dolayısıyla artık pek evden çıkamıyoruz. Birbirimizle evlerden bağlantı yaparak iletişim kuruyoruz. İş ya da özel hayatta iletişim ve sosyalleşme video görüşmelere indirgendi ve bu da bize her gün gördüğümüz bazı insanların ya da yeni tanıştıklarımızın evlerinin içini kısmen de olsa görme şansı veriyor.
Çocukluktan beri farklı kültürel ve sınıfsal geri planlardan gelen insanların evlerini nasıl döşedikleri ilgimi çekmiştir. Yurt dışında yurt içinde, tatilde, yolculukta, mahallede kendimi geceleri loş bir ışığın aydınlattığı hiç bilmediğim tanımadığım insanların görmediğim evlerinin içini hayal ederken bulmadığım anlar enderdir.
Berlin’deki Doğu Almanya müzesinde eski bir komünist evin içinin aynen yeniden üretildiği bölümü hâlâ unutamam. Mükemmeldi.
Türk dizilerini, yerli yabancı eski/yeni filmleri bazen sırf bu
Bugün dinlediğiniz pek çok hit şarkının ritim anlayışı reggaeton ve çeşitlemelerine dayanıyor. Bu ritim o kadar güçlü ve ele geçirici ki hangi kültüre girerse girsin anında adapte oluyor ve hemen yerelleşiyor.
Reggaeton Karayip kökenli bir müzik. Porto Riko çıkışlı. ‘90’lar ve 2000’ler itibarıyla dünyaya yayılan ve ana akım müziğe sirayet eden en önemli müzikal etkilerden biri. Bugün Karayip, Latin, hip hop, soul ve pop tamamen iç içe geçmiş durumda. Reggaeton da bu manzaranın temeli, yani ritmi çoğu zaman.
Bugün global olarak en fazla stream edilen sanatçıların reggaeton sanatçıları ya da en büyük hit şarkıların reggaeton altyapılarına sahip olması şaşırtıcı değil. Maluma, J Balvin, Pitbull, Farukko, Don Omar, Arcangel, Bad Bunny, Anuel AA, Luis Fonsi, Ozuna (bu hafta yeni albümü çıktı), Sofia Reyes, Rosalia ve daha sayısız isim var. Ne zaman bir şarkı yapsalar ortalık yıkılıyor. Bu isimler çoğu zaman birbirleriyle ya da pop ve hip hop alemlerinden büyük isimlerle düetler
Birkaç haftadır sosyal mesafeli konser olmaz, işin ruhuna aykırı diye yazıp duruyorum. Eski dünyadaki konserlerin geri gelmeyeceğine olan inancımı dile getiriyorum. Kendimi yeniden okuyunca biraz karamsar buldum. Haklı ama biraz karamsar. Bu hafta değişik bir şey yaptım ve söylenip durmaktansa gidip konser izlemeye karar verdim.
Günay Londra’da Peckham’da 2007’de beri konserler düzenlenen kendine has bir mekân var. Adı Bold Tendencies. Burası kabaca eğlence/konser mekanına dönüştürülmüş bir kat otoparkı gibi. Karaköy’deki kat otoparkının terasının bar ve atıştırmalıkların olduğu endüstriyel bir mekân, alt katlarının da konserler verilen alanlar olduğunu düşünün. Bold Tendencies’in konsepti bu. Ve bu konsept günümüzün konser ruhuna çok uyuyor. Çünkü yer geniş, üzeriniz kapalı da olsa açık havadasınız ve ferah ferah oturulabiliyor.
Yaz boyunca her hafta konserler düzenlenen bu mekânı Jarvis Cocker sayesinde keşfettik. Jarvis önceki hafta burada bir konsere giderek Instagram hesabında paylaştı ve
Geçenlerde müzik dünya-sının en güçlü isimlerinden biri olan Spotify’ın patronu Daniel Ek “sanatçılar artık eskisi gibi 3-4 yılda bir albüm yayınlayarak hayata devam edemezler” dedi. Bu açıklama Music Ally’ye yapıldı ve konu elbette eski bir mesele olan stream’den elde edilen gelirlerden sanatçılara düşen paydı. İşin bu kısmı, yani gelirler, çok teknik bir konu ve uzmanlık gerektiriyor. Bir şarkının ekonomik olarak değeri nedir? Dijital formatta satın alınca ne kadar ödemeli, dinleyince ne kadar ödemeli? Teknik olarak stream platformları katalogların dinlenme hakkını geçici süreyle dinleyiciye satıyor.
Şarkılar asla sizin olmuyor. Öte yandan dijital olarak satın aldığınızda da kısıtlamalar var. Bana sorarsanız hâlâ bir şarkıya, albüme sahip olmanın en doğru yolu fiziksel formata sahip olmak. Plak, CD sahibi olursanız bunu ileride çocuklarınıza da bırakabilirsiniz. Ama stream’e hayat boyu
her ay para ödeseniz de şarkılar sonunda asla sizin olmayacak.
Velhasıl bunlar detay. İşin aslı Daniel Ek’in sözleri.
Sosyal mesafe birçok anlamda şahane ama ekonomileri batırıyor. Ben sosyal mesafenin sanatçılara ve emekçilere büyük yıkım getireceğine inanıyorum. Artık bildiğimiz anlamda konser yok. Konserler nasıl geri gelecek, gelecek mi soruları havada asılı. Yanıt da henüz yok. Arayışlar çok.
Sosyal mesafe şu ara muhabbetlerin “trending topic”i olabilir. Çok değil bundan birkaç ay önce, sosyal mesafeden bahseden entel diye kovalanırdı. Otobüste, “Pardon birader az ileri gider misin” diyene “Rahatsızsan taksiye bin arkadaşım” diyenler şimdi sosyal mesafe kavgası veriyor. Tabii bu gelişim pandemi zoruyla olmasa daha makbuldü ama olsun. Pozitif düşünelim.
Mesela pandemiyle hayatımızdan çıkan şeyler arasında, “Aaa naber ya” şeklinde şapır şupur öpüşmek, koklaşmak da var. Buna çok üzülemiyorum, çünkü çok acayip sahneler oluyordu. “Baba naber ya” diyerek yaklaşıyor karşıdaki mesela, sen de kayıtsız kalamıyor el yükseltiyorsun. Kollarını iki yana açıyorsun, “Abi aaa, sen buralarda
Artık pandemi devrindeyiz, insanın burnu bile aksa “eyvah bana bir şey olursa çoluk çocuk ne yapar” şeklinde duygusal-laşmalar yaşanıyor. Geçen hafta Türkiye dönüşü ateşlenince hah dedim kendi kendime bunu da becerdin bravo.
Kaptıysam eğer, acaba nerede, kimden kaptım diye düşünmeye başladım. Uçakta arkamda devamlı hapşıran adam mı? Uber mi? Bakkaldan çakkaldan mı? Havaalanında mı? Google aramalarım ise tam bir felaket. Kovid ve koronavirüs ile ilgili ne fanteziler...
Eskiden olsa nezle oldum, üşütmüşüm deyip nane limonla atlatacağımız bir durum aslında. Ama işte korona endişesi diye bir şey var. Ateşim de düşmedi bir türlü.
Britanya’da herkesin pandemi süresince gurur duyduğu ve korumaya çalıştığı NHS’e başvurdum. NHS (National Health Service) web sitesinde adım adım ne yapılacağı söylenmiş. Belirtilerim ateş dışında Kovid-19’a uymasa da risk almamak için test yaptırmaya karar verdim. İlk belirtinin görülmesinin üzerinden 1-4 gün içerisinde aracınızla giderek test olabiliyorsunuz. Test eve de
Geçen Cuma İngiltere’de yazın en sıcak günü yaşandı. Artık her gün bir yerlerde “en sıcak gün” rekoru kırıldığından açıkçası tam olarak ne rekoru kırıldığına bakmadım. Size de aktarmıyorum nasılsa artık haber değeri yok. Ama deneyimime dayanarak size şöyle anlatabilirim, Londra, ağustos ayındaki Marmaris gibiydi. Sokaklarda tişörtlerini çıkarmış beyaz tenleri güneşten ıstakoz gibi kırmızılaşmış insanlar yürüyordu. Araba klimalarının işe yaramadığı, nemden nefes alınamayan, ağaç gölgelerinin aşırı değerli olduğu günlerden biriydi. Buraya gelirken “orası çok soğuk abi” gibi cümlelerin havada uçuştuğunu hatırlıyorum. Senede birkaç gün dışında hiç de öyle değil. Bize Pink Floyd’un bulutlu kasvetli Londra’sı değil, 2020’de Marmaris tipi Londra denk geldi.
Londra koca bir Marmaris, zaman zaman da Bodrum. İnsanlar ve sosyal hayat Gümbet’e bağlamış durumda. Öğle sıcağında güneşin altında bira içen İngilizleri görüp “yahu bunlar intihara mı gelmiş” deriz ya hani.