Gençken geçmiş insanın hayatında çok az yer kaplayan önemsiz bir şey. 20’lerindeysen geçmişle ilgili bir şey pek düşünmezsin çünkü geçmişin yoktur. Hayatındaki her şey geleceğe dair, yapmak istediklerin ve hayallerinle ilgilidir. Zamanla bu denge değişiyor. Hayatının büyük bölümü geçmişten ibaret oluyor. Yaşadıkların yaşayacaklarından fazla olduğunda doğal olarak geçmişi düşünmeye başlıyorsun. Analizler yapıyorsun. Anlamlandırmaya çalışıyorsun.
Kendi cümlelerimle ifade etmeye çalıştığım bu düşünceyi geçenlerde izlediğim bir programda ünlü şef Marco Pierre White dile getirdi. 59 yaşındaki White, bugün İngiltere kırsalında yaşıyor ve sanırım kendisini çevreleyen doğa ya da yaşı, hayata başka açılardan bakmasına neden oluyor.
Bu saptamayı çok sevdim. Net. Kültürle, kişilikle, coğrafyayla ilgili değil, doğrudan insana özgü bir gözlem. Bunu burada neden yazdığıma geleyim.
Hafta sonu gazetelerini okurken giderek en fazla dikkatimi çeken sayfalar “obituary”
İnsanoğlu neden Mars’a gitmek istiyor? Atmosferi dünyadaki atmosfer yoğunluğunun yüzde biri kadar. Solunacak bir atmosfer de değil. Neredeyse tamamı karbondioksit.
Isı eksi 80 derece. Su yok. Buz formunda bir yerlerde var ama senin alıp kana kana içeceğin bir şey değil. Her taraf kaya, taş, krater. Manyetik alanı olmadığından dünya gibi radyasyon kalkanı yok. Güneş ışınları öldürücü. Meteorlara karşı savunmasız. Herhangi bir özel elbise giymeden yüzeyinde hayatta kalma süren 60 saniye.
Belki özel yapıların içinde ya da yerin altındaki tünellerde yaşamak mümkün olabilir. Yine yerin altında marul falan yetiştirip yenebilir. O şartlarda nasıl yetişecekse? Bunu ben değil bilim insanları söylüyor.
Şimdi insanoğlunun övüle övüle bitirilemeyen üstün stratejisi bu öyle mi?
Her tarafı su olan, yemyeşil, masmavi, havasını soluduğun, altında güneşlendiğin, ısındığın muhteşem gezegeni, seni radyasyondan meteorlardan koruyan, canlılarıyla seni doyurup besleyen, kaynaklarıyla ihya eden gezegeni mahvedip yaşanmaz hale getireceğiz ve
Melike Şahin, Buray, Olafur Arnalds, Altın Gün, Teoman, Pera, Kesmeşeker ve diğer gelişmeler.
Vokaline Baba Zula’dan da aşina olduğumuz Melike Şahin’in ilk solo albümü “Merhem”, bu hafta Gülbaba etiketiyle yayınlandı. Şahin, 2020’yi solo şarkılarla geçirmişti. Albüm bu şarkılardan bazılarını da içeriyor. Şahin, müziği, besteleri ve vokaliyle müzik dünyamızda yeni bir soluk. Bana sorarsanız tıkanan indie müzik sahnesini de canlandırmaya aday, heyecan verici bir sanatçı. Çok yönlü, yeniliklere ve farklı titreşimlere açık, yeteneğini çok doğru biçimde yönlendirebilen bir isim. Yılın en dikkat çekici albümlerinden biri olarak kayıtlara geçelim.
Haftanın pop albümü
Bu haftanın pop albümü Buray’ın “Başka Hikâyeler” adlı 10 şarkılık uzunçaları. Buray, Türk popunun hafifçe alternatif olarak adlandırabileceğim isimlerinden. Çok yönlü bir sanatçı ve besteci. Şarkılarının da her zaman belli bir derinliğe sahip olduğunu düşünüyorum.
Fransız elektronik müzik grubu Daft Punk, 28 yıllık beraberlikten sonra dağılarak zirvede veda etti. Ünlü ikilinin popüler müziği değiştiren 28 yıllık maceralarında topu topu dört albümleri bulunuyor. Onlarınki bugünün müzik dünyasının anlayamayacağı bir tercihti, Daft Punk herhangi bir grup değildi
Haber önceki gün öğle saatlerinde internete düştü. Daft Punk 28 yıllık birlikteliğin ardınan dağıldığını duyurdu. Sosyal medyada hemen ilk sıraya yerleştiler. Ne pandemi, ne aşı, ne savaşlar, ne ekonomik ya da siyasal krizler. Hepsi unutuldu. Gündem Daft Punk oldu. Bütün radyolar ben bu yazıyı yazarken halen Daft Punk çalıyor ve bu popülerliğin elbette haklı bir nedeni var. Daft Punk herhangi bir müzik grubu değildi. 90’lardan itibaren popüler müziği değiştiren en önemli öncülerden biriydi. Hep bir adım önde oldular. Sahneyi ve çerçeveyi onlar belirledi. İmajı, müzikal estetiği ve müziğini hikayeleştirmesiyle, sahne performansıyla bütün diğer gruplardan sanatçılardan çok farklı bir yerdeydi
"Şu Kovid bi’ bitsin..." diye başlayan cümleler ayyuka çıktı. Kiminle konuşsam, “N’aber nasılsın? İyiyim. Kovid bitince şey edelim mi?”ye geliyor konu. Şu anda hiçbir şey yapama-dığımızdan artık gelecekte ne yapacağımızdan bahsediyoruz.
İletişimimizde bugüne dair bir şey kalmaması benim başıma ilk kez geliyor. Cepten yediğimizi hissediyorum. Eskiden yaptıklarımızı hatırlayıp konuşmak da bir yere kadar. Hazıra dağ dayanmaz ki. Geçmişi bitirdik, gelecekten de karşılıksız kredi çekiyoruz.
Durum bu ama insanlarda yaza dair büyük umutlar var. Mesela gördüğüm kadarıyla herkes açık hava konserlerinin geri geleceğini yazıp çizmeye başlamış. Avrupa’da bu konuda çok büyük çekinceler varken, Türkiye’de her şeyin eskisi gibi olacağını beklemek ne kadar gerçekçi, emin değilim.
“Bu yaz konser izleyebilecek miyiz?” sorusuna verilecek en kısa yanıt, bence maalesef “Hayır”. En azından Avrupa’da belki sonbaharda sınırlı ve özel şartlı, dijital aşı pasaportlu aşırı steril etkinlikler söz
Birleşik Krallık’ta dünyanın başka yerlerinde eşi benzeri pek olmayan bir gündem var. Kraliyet ailesi. Çok önemli. Kraliyet ailesinden haberler çok fazla okuyucu buluyor. Neden bilmiyorum ama Brit’ler ne kraliyetsiz ne de kraliyetli yapabiliyorlar gibi geliyor bana.
Başta “Crown” dizisi, bütün dünyanın da ilgisini çekiyor İngiliz kraliyet ailesi. Ve sanırım bu ülkenin en önemli turizm alanlarından biri kraliyet. Bizim “İngilizlik” diye arada sırada şakasını yapıp dalgasını geçtiğimiz şeyin yüzde 90’ı kraliyet ailesi ve çevresi.
Ve son yıllarda bu ailenin basında en fazla merak edilen insanları şüphesiz Prens Harry ve eşi Meghan Markle. Sanırım Diana’dan bu yana halkın bu kadar yakından takip ettiği ve ilgilendiği başka isim olmamıştı. Harry’nin çok odakta olduğunu da söyleyemem, bütün gözler Meghan’da. İngiliz magazin basını ki bizim Televolecilik yanında akademik çalışma gibi kalır, Meghan ve kocasını her fırsatta haberleştirmeyi ihmal etmiyor. Ama artık eminim ki Meghan-Harry çifti de haber
Django Django imzalı “Glowing in the Dark” pandemi sonrası hayallerimin fon müziği. Hayal dediysem, beklenti çıtasını hayli düşürdüm
Pandemi pek çok şey gibi hayallerimizi de değiştirdi. Geleceğe yönelik beklenti çıtamızı aşağılara çekti. Bende böyle oldu en azından. Artık gelecekten büyük şeyler beklemek çok büyük bir lüks. Ayrıca yorucu ve yıpratıcı. Ne gerek var? Pandemide anladık ki hayat kısa ve hiçbir şekilde can sıkmaya değmez. Gelecekten tek beklentim kalabalık bir yere gidip bir şeyler içmek. Kalabalık bir yerde güneşin altında bir masaya oturmak. Gelen geçene bakmak. Ve dans etmek. Kalabalık bir yerde dans etmek. Herkesin dans ettiği kimsenin kimseyi yargılamadığı, ahkâm kesmediği bir yerde. Gene hayaller çıtası yükseldi. Elimizde değil yetinmeyi bilmiyoruz. Her neyse o mekânda, işte o mekân ve zaman neresiyse, o güzel insanlar kimse, orayı bulabilirsem fonda çalan müzikler arasında bu albüm de olabilir.
Onlar sahneye çıkınca ortam parti gibi oluyor
Django Django’nun
Geçenlerde karşıma çıkan bir dönercinin tabelasında şöyle yazıyordu: “German Döner Kebab”. Almanya’nın medarı iftiharı, insanlığa armağanı halis muhlis döner.
Zihninizde yankılanan “Yoğurdu, baklavayı kaptırdık, döner de mi gidici?” sorusunu buradan duyabiliyorum. Kaptılar, çaldılar, vay kalleşler falan diye yürüyüp gidebilir zincir halinde bu duygusallıklar ve bayağı da rahatlatıcı olur ama iş aslında hiç de öyle değil. Bir döner tabelasının altında bin bir gerçek saklanmış olabilir.
Almanya’da bugün en popüler müzik türlerinden biri Rap, en popüler fast food’lardan biri döner. İkisinde de Türklerin imzası var. 1960’lardaki ilk göç dalgasından 60 yıl kadar sonra önemli bir gözlem. İlk işçi dalgasının çalıştığı fabrikaların patronlarının torunları bugün işe aldıkları gariban işçilerin torunlarının müziğini dinliyor. Türkler olarak Alman kültürüne başka katkılarımız da var elbette. Rap ve döner bunlardan sadece en bariz iki tanesi.
Bugün