Türkiye’deki dostlar bir stream platformunda yeni yayınlanmaya başlayan dört bölümlük Camden belgeseli hakkında sorular soruyor, benim de bu bölgede oturduğumu bildiklerinden neler düşündüğümü merak ediyorlar.
Doğrusu bir süredir ben de merakla bekliyordum bu belgeseli. Birincisi konu müzik. İkincisi beş yıla yakın süredir oturduğum, her gün gezdiğim, yürüdüğüm, yaşadığım semt. Sonunda izleyebildim.
Bir defa şunu söyleyelim, Camden, öncelikle punk ve rock ile anılır. Ama onun da ötesinde her çeşit alternatif müziğin kalbinin attığı yerlerden biridir. Burada tür değil ruh önemlidir. The Clash’in de, Oasis’in de Blur’ün de, Amy Winehouse’un da Gilles Peterson’ın da yolu buradan geçer. Önemli olan ruhtur, karakterdir.
Londra, dünya müzik endüstrisinin merkezlerinden biriyse işte Camden da bu merkezin içindeki küçük ve güçlü enerjisi olan kültür noktalarından biri. Ama siyah müzik dediğinizde, Brixton’ın da
Doğu Londra’nın göbeğinde, Brick Lane’deki Rough Trade mağazasının kapısında tatlı bir telaş var. İçeri girmek için sırada bekliyoruz. Her yaştan ve kesimden enteresan bir topluluk olarak amacımız Camera Obscura’nın yeni albümünden çalacağı şarkıları dinlemek. Bu bir plakçı için büyük, bir konser salonu olarak küçük olan mekân son yıllarda yeni bir standarda imza attı. 80-100 kişinin katıldığı plak etkinlikleri.
Sevdiğiniz sanatçının albümünü bilet gibi online satın alıyorsunuz, plak ya da CD fiyatıyla birlikte kısa bir performansı izleme fırsatı yakalıyorsunuz. İnternette ilan edilen bu tip etkinliklerin biletleri hızla tükeniyor. Zamanında girip biletinizi aldıysanız işte böyle şanslı azınlık olarak kapıda tatlı tatlı bekliyor, içeri girip plağınızı alıyor ve performansı beklemeye başlıyorsunuz. Bunun bir diğer versiyonundaysa sanatçı albüm imzalıyor. Ayaküstü iki çift laf edilen bu ortamların da tadına doyum olmuyor.
Camera Obscura ilan edilen saatte sahneye çıkıp performansına başlıyor. İnsan
Geçen Eylül’de Alexandra Palace’ta izlediğim The National konseri 3 saat 20 dakika sürmüştü. Konserin son 20 dakikasında çıktığım ve bu müzik maratonunu tamamlayamadığım için kendime bayağı kızmış, günlerce vicdan azabı çekmiştim. Bununla birlikte bir aydınlanma yaşadığımı da hatırlıyorum. Neden bu konserler bu kadar uzun sorusunu ilk sorduğum andı. Belki de sorun bende değildi.
Yanıt basit. Muhtemelen hayli yüksek bir ücret ödeyip bilet alan seyirciyi memnun etmek. Çünkü kiminle konuşsam bir konserin başarısı süreye bağlı olarak ifade ediliyor. “Tam üç saat sahnede kaldı” ya da “2 saat 45 dakika boyunca inanılmaz anlar yaşattı…” gibi klişeler zihinlere yer etmiştir.
Peki bu üç saatin tamamında memnuniyet düzeyini en üstte tutabildi mi bu sanatçı ya da grup? Mesela seyircilerin yüzde kaçı grubun en büyük hit şarkısını ya da şarkılarını çaresizce ve sabırsızlıkla saatlerce bekledi? Genelde büyük hit şarkılar konserin sonuna bırakılıyor. Yani “az
Billie Eilish, yeni albümü “Hit Me Hard And Soft”ta yetişkin olmanın getirdiği problemlerle kendi tarzında yüzleşiyor.
Billie Eilish okula gitmedi. Kardeşiyle birlikte öğretmen annesi tarafından evde eğitildiler. Şarkılarını evde besteledi ve kaydetti (ilk bestesini televizyonda izlediği “The Walking Dead”den etkilenerek zombiler üzerine bestelediğinde 11 yaşındaydı.) Kardeşi Finneas’in prodüktörü olması da bu perspektifte yerine oturuyor. Çünkü evdeydi Finneas ve yakınındaydı. Her şeyini kendine ait, kapalı bir dünyada, evinde yaşadı, ihtiyaçlarını evde karşıladı Billie Eilish.
Bu onu kendi kuşağının tipik bir temsilcisi yapıyor. İçe dönük biri olması, İngilizcesiyle ‘introvert’ kültürünün bir numaralı idolü de yapıyor onu başka bir sürü özelliğinin yanında.
Teknoloji insanları ve özellikle çocukları sokaktan alıp eve kapadı, ekranın başına koydu. Bunu biliyoruz. Pandemi bu süreci daha da hızlandırdı. Bugün dünyanın hangi şehrinde yaşıyorsanız yaşayın evde oturuyor, internete bağlanıyor ve
Herkesin telefonu varken, herkesin telefonunda bir ya da birden çok stream platformunun uygulaması hazır bekliyorken neden CD, plak, kaset satışları artıyor? Kim alıyor bunları?
Bana ara ara sorulan sorulardan biri bu. Ne zaman konu açılsa saf saf anlatmaya çalışıyorum; her şey online halledilecek diye bir kural yok. Bazı insanların da müzikle bu tip bir ilişkiye ihtiyacı var demek ki…
Ama konu dönüp dolaşıp “telefon her şeye yetiyor ne gerek var”a gelip tıkanıyor. Evet doğru. Telefon varsa müzik var. Telefon yoksa müzik yok.
Müziğe sahip olmakla kiralamak arasındaki farkı anlatamıyorum. Hayatında herhangi bir fiziksel müzik formatıyla karşılaşmamış birinin anlamasının zor olduğunu da anlıyorum.
Belki şöyle ifade etmeliyim. Neden ev ya da araba satın alıyorsunuz? Kiralayın. Neden evinize mobilya satın alıyorsunuz? Kiralayın. Neden giysi satın alıyorsunuz? Kiralayın. Çünkü müzikte yaptığınız şey bu. Yaşadığınız süre boyunca kira ödeyeceksiniz sevdiğiniz albümü dinlemek için.
Uzun lafın kısası, bazı insanların parasını verip müziğe sahip olmak istemeleri
Kargo’nun beyinlerinden Selim Öztürk ve Mehmet Şenol Şişli, 2Tek adı altında müzik yapmaya başladı. Selim Öztürk “Karanlık Liman” adlı albümlerini ve projenin detaylarını anlatıyor…
Günümüz röportajları karşılıklı oturulan bir odada, çalışma saatleri dışındaki bir bar ya da kulüpte, sahne arkasında ya da bir tur otobüsünde değil Teams ya da Zoom’da gerçekleşiyor. Selim Öztürk İstanbul’da arabasında trafikte, ben Londra’da bir kafedeyim. 2Tek adlı projeyi bu ortamda konuşuyoruz. Zaten 2Tek projesi de ayıen bu şekilde iki müzisyenin uzaktan birbirleriyle paslaşarak gerçekleştirdikleri bir iş. Elektronik sesler, dans ritimleri, rock unsurları bu ay sonu yayınlanacak bu albümde yer alan 18 parçaya farklı seviyelerde ve oranlarda nüfuz etmiş.
Öztürk anlatıyor: “Uzaktan çalışma alışkanlığımız eskiden beri vardı. Daha Koray’la (Candemir) ilk bir araya geldiğimiz dönemde, Kargo’nun ilk zamanlarında kullanırdık bu tip bir yöntem. ABD’deydim, internet yoktu o zaman. Mehmet
ABD Dışişleri Bakanı Blinken, Ukrayna’ya destek vermek için gittiği Kiev’de bir barda sahneye çıkarak gitar çalıp şarkı söylemiş, kendisine yerel bir grup eşlik etmiş. Şarkının adı “Rockin’ In The Free World”.
Blinken savaşın sadece topla tüfekle değil kültür üzerinden de yürütüldüğünü çok iyi bildiğinden olsa gerek kolları sıvayıp sahneye çıkmış. Kendisine herhâlde pek anlamlı gelen bu şarkıyı orada seslendirmiş: “Özgür dünyada rock yapmak.” Ancak şarkının son dörtlüğü ABD’yi ve yazıldığı dönemde başkan olan baba Bush’un politikalarını, genel anlamda ABD’nin savaş politikalarını eleştiriyor. Onu unutmuş olmalı.
Bu Neil Young şarkısının şöyle bir hikâyesi var.
1989 yılında Sovyetler’in dağılmasına yakın, Berlin duvarının yıkılmak üzere olduğu bir dünyada yazılmış bir şarkı bu. Hani Özal’ın baba Bush’la sıkı fıkı pozlar verdiği dönem. Körfez savaşının hemen öncesi. Humeyni’nin “Şeytan Ayetleri”
Nilipek’in dördüncü stüdyo albümü “Uydurduğumuz Oyunlarla”, 3 Mayıs’ta yayınlandı. Nilipek şöyle diyor: “Bu albümdeki şarkılar bizi olduğumuz yerde tutan, bizi biz olmaktan alıkoyan, bizi kısıtlayan yalanlara, insanlara, durumlara, biraz da kendimize yazıldı.”
Açılış şarkısı “Yalan Söyledik”ten itibaren bir itiraf, hesaplaşma ve özgürleşme albümü olarak kendini adım adım dinletiyor. Müzikal açıdan da bir özgürleşme, sınırlardan kurtulma hâli söz konusu. Folk, rock, lo-fi, indie pop, Nilipek daha önce yer yer uğradığı bu duraklara bu albümde çok daha olgun bir bakış açısı ve düzenleme anlayışıyla uğruyor.
Bu hafta “Menekşe” adlı şarkıya video çekildi. “Geçmiyor Zaman” önceden single olarak bir video ile sunulmuştu. Berkay Küçükbaşlar ve Taner Yücel, Nilipek ile birlikte yapımcılığı üstleniyor. Mix Emre Malikler, mastering Everett Young’a ait. Nilipek’in ‘en bağımsız hissettiğim albüm’ diyerek