Çinli teknoloji devi Kunlun Tech, tamamen yapay zekâ tarafından üretilen müziklerle çalışan streaming servisi Melodio’yu geçen hafta kullanıma açtı. Basın bülteninde yer alan bilgilere göre Melodio kullanıcılara mood (ruh hâli) ve çeşitli senaryolar üzerine müzikler üretmek için tasarlandı.
Mesela “sabah kahvemi içerken dinleyebileceğim sakin müzikler” veya “uzun süre direksiyon sallayacaklara enerjik müzikler” dediğinizde size uygun müzik anında üretilecek ve dilediğiniz süre boyunca çalacak.
Melodio, yapay zekâ eliyle söz yazmayı da beceriyor. Yani sadece ambiyans müzikleri değil, istendiğinde sözleri olan şarkılar söz konusu. Nasıl bir veri tabanını kullanacak, hangi kaynaklardan faydalanacak, bu kaynaklara telif ödeyecek mi bilmiyoruz. Yapay zekâ ile ilgili bir sürü şeyi tam olarak bilemiyoruz gerçi, ama bunlar arasında en karışık en içinden çıkılmaz meselelerden birisinin telif konusu olduğunu biliyoruz. Büyük ve köklü müzik
Los Angeles çıkışlı shoegaze ekibi, öncekinden beş yıl sonra gelen post-rock esintili yeni albümde modern zamanlara ısınan suyun içindeki kurbağa metaforu üzerinden bakıyor
Los Angeles çıkışlı shoegaze ekibinin yeni albümü “Frog in Boiling Water”, grubun 2011’den bu yana devam eden müzikal yolculuğunda önemli bir durak. 2011’de ilk ortaya çıktıklarında “Oshin” albümüyle indie âleminde dikkat çekmiş sonraki albümlerde bir tür estetik arayışa girmişlerdi. Öncekinden beş yıl sonra gelen dördüncü albüm, aranılan yolun bulunduğunun işareti. O yol 1980’lerin sonunda Jesus and Mary Chain’in açtığı patikaya ve ‘90’lardan itibaren muhtelif post rock gruplarının cirit attığı otobana çıkıyor.
Adını Daniel Quinn’in “The Story of B” romanından esinlenerek alan albümün teması çöküş. Dünyanın, toplumun, iklimin, siyasetin, ahlakın, değerlerin çöküşü. “Frog in Boiling Water” (kaynayan sudaki kurbağa) insanın bu
“Pop müzik dinlediğim için mi sefilim, yoksa sefil olduğum için mi pop dinledim?” Nick Hornby’nin unutulmaz romanı “High Fidelity / Yüksek Sadakat”in en çarpıcı cümlelerinden biriydi. Pop müziğin ruhunu çok iyi anlatıyordu. Pop demek acılardan, kırık kalplerden, terk edilmekten, çaresizlikten, depresyondan, mutsuzluktan bahseden üç bilemedin dört dakikalık şarkı demek. Bazı pop şarkılarının mutlu inanların mutlu hikâyelerini anlattığı doğru ama emin olun onları kimse dinlemiyor. İnsanlar mutlu olsa zaten şarkı yazmazlardı. Bana inanmıyorsanız tarihteki mutsuz ve mutlu pop şarkılarını sayın, sonucu kendiniz görün.
Pop demek aynı zamanda basit demek. Bu kadar yoğun duyguları, sefilliği, bedbahtlığı bir de olabilecek en çarpıcı biçimde sunacaksınız ki hemen ezberlensin, akılda kalsın, tekrar tekrar dinlensin. Ne kadar keskin ne kadar doğrudan, ne kadar basit ve kısa, o kadar iyi. Bu yönü popun edebiyata en yakın olduğu yerlerden biri. “Bu kelimeyi yazmasam da olur muydu sorusunun yanıtı evetse o kelime derhal silinmeli” kuralı
Heavy metal dinleyen bir ergenken, kesinlikle çevrim içi olmayan yüzde 100 organik metal camiamızda şöyle bir tartışma vardı. “Bu albüm yavaş olmuş.” Ya da “X grubun eski hızı yok abi. Yavaş albüm yapmış.”
Bizim için albümün hızı ve sertliği önemli iki kategoriydi. Gitar solosu hızlı parmaklardan çıkıyorsa makbuldü. Herhangi başka bir niteliğin bizim nezdimizde önemi yoktu. Aynı şey davul ve bas için de geçerliydi. İyi davulcu karmakarışık çalandı. Bunu en hızlı şekilde yaptığınızda kahramanımız olurdunuz. Değerlendirme kriterlerimiz zamanla değişti. Dinlediğimiz müzikler de farklılaştı.
Bugünün rap camiasında bazı hayranlar, aynı çocukluğumuzun metal camiasında olduğu gibi hız tutkunu. Bir rap’çinin performansını, ağzından çıkan kelimelerin hızıyla değerlendiriyorlar. Ve bekledikleri ya da hayal ettikleri hızı bulamayınca “yok abi bu albüm olmamış”lar geliyor.
Ceza’nın yeni albümü “Yatay Zeka”ya yapılan sanırım en sığ eleştiri bu olsa gerek: “Yavaşlamış abi.”
Megastarın yeni albümü “Kuantum 51”, klasik Tarkan müziğini yeniden üretmeye girişiyor. Elbette rakibi ‘eski Tarkan’ olanın işi kolay değil.
Her yeni Tarkan şarkısını eski Tarkan şarkılarıyla kıyaslamak, her yeni Tarkan albümünü, eski Tarkan albümleriyle yarıştırmak müzik dinleyicisinin vazgeçemediği bir huy, artık yerleşmiş diyebileceğimiz bir gelenek. Megastar olduğunuzda tek rakibiniz kendiniz oluyorsunuz ve doğal olarak işiniz giderek zorlaşıyor.
Tarkan, üç 10 yıla yayılan kariyerinin ilk 10 yılında çıkardığı albümlerle halkın gözünde megastarlığa yükseldi. İkinci ve üçüncü 10 yıllarda bu unvanını korumaya çalıştı. 30 yılın yaklaşık 20 yılını “ama eski Tarkan daha iyiydi”lerle geçirdi.
Bunun ne kadar büyük bir baskı oluşturduğunu ancak tahmin edebiliriz. Bu süre zarfında sadece 2016’daki “Ahde Vefa” projesiyle farklı bir kapı açtı. Bu klasik Türk müziği eserlerini okuduğu bir albümdü. Bu sayede yeni nesiller eski klasikleri onun sesinden ve yorumundan dinlemiş
Stream platformlarında bulunan modifiye şarkı sayısının bir milyon olduğu tahmin ediliyor. Platformlardaki telifli içerikleri analiz eden Pex adlı şirketin araştırmasının sonucuna göre 1 milyon kadar şarkı aslında göründükleri gibi orijinal içerik değil, büyük hit şarkıların modifiye versiyonları.
Modifiye, günümüzde hızlandırılmış (sped up) ya da yavaşlatılmış (slowed down) şarkıları tanımlamak için kullanılan bir terim. Peki nedir bu modifiye meselesi ve bu bir milyon modifiye şarkı ne anlama gelir?
Bir örnekle işin mantığını açıklamaya çalışayım. Benim hatırladığın en eski sped up/slow down hadisesi “Hababam Sınıfı” filminin Melih Kibar tarafından yazılan temasının film içindeki kullanımı olabilir. Mahmut Hoca hastaneye kaldırılmış! “Hababam Sınıfı” teması yavaş verilir. Bir anda ortam kendiliğinden duygusallaşır. Mahmut Hoca iyileşti! Ver coşkuyu! “Hababam Sınıfı” teması hızlı verilir, ortam coşar. Yavaşlat duygusal olsun, hızlandır herkes coşsun.
Aynı melodiyle iki ayrı parça elde ediyorsunuz ve tabii ki söylememe gerek yok, işe yarıyor.
A&cce
Geçen hafta 80 yaşında hayatını kaybeden Françoise Hardy, İngilizce’nin ve erkeklerin egemen olduğu bir dünyada kendine has bir kulvar açabilmiş ender kadın müzisyenlerdendi
Başrolünü Peter Sellers’ın oynadığı Blake Edwards filmi 1968 yapımı “The Party”, Hollywood’da bir partiye yanlışlıkla davet edilen Hintli figüran Hrundi V. Bakshi’nin sakarlıklarını göstererek bizi güldürmeye çalışır. Filmde Bakshi, ortama tamamen yabancı tek kişidir. Hem beyaz ve Amerikalı değil Hintli’dir hem de Hollywood kalantorlarından değil fakirdir. Ta ki Fransız şarkıcı Michele Monet ortama katılana kadar. Bu yapmacık ortamda bir süre sonra birbirlerine yakınlaşırlar çünkü onlardan başka normal insan yoktur. Herkes sahte ve yapmacıktır. Gizli ajandaları vardır. Sellers’ın olağanüstü komedi yeteneğiyle canlandırdığı karakterin sakarlıklarına gülerken bir yandan da bu gerçeği görürüz.
Monet karakteri (Fransız asıllı Amerikalı şarkıcı Claudine Longet tarafından canlandırılmıştır) bir noktada elinde gitarı narin sesiyle
Bon Jovi eski Bon Jovi değil. Ancak grup, 16’ncı stüdyo albümleri “Forever”da eskiden olduğu gibi her şeylerini ortaya koyuyor ve hit makinesi olduklarını kanıtlıyor
Lisede hepimizin birer klasörü vardı. Klasör, doğru sözcük müdür bilemiyorum. İçine kitaplarımızı koyar koltuğumuzun altına sıkıştırır öyle gezerdik. Neden bunu yapardık da çanta kullanmazdık bilemiyorum. Bu klasörlerin üzerinde sizi anlatan resimler, yazılar, çıkartmalar falan olurdu. Kişiselleştirme dediğimiz şey. Belki nedeni buydu. Ne kadar kişisel o kadar havalı. Bir nevi sosyal medya profil fotoğrafı ya da profil sayfanız gibi düşünün.
Benim klasörün üzerinde Bon Jovi fotoğrafı vardı. Muhtemelen ilk albüm Bon Jovi dönemi, “Runaway” zamanlarından bir an. ‘80’lerin ilk yarısı. Elemanların saçlar upuzun, röfleler, kat kat renkler havada uçuşuyor. File tişörtler, leopar desenli taytlar, her yandan sarkan metal aksesuarlar, bandanalar… Ne buldularsa üzerilerine takıp çıkmış elemanlar sahneye. Canlı