Mehmet Soysal

Mehmet Soysal

mehmet.soysal@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

“Kurşun adres sormaz” denilen günlerin çok uzağında bir yerlerde geziniyoruz... Artık soruyor, araştırıyor, planlıyor ve gerçekleştiriyor!
Ankara’daki terör saldırısının üzerine söylenecek o kadar çok şey var ki...
Son elli yıldan beri başımızı beladan belaya sokan terörü belgesel, film, roman, tiyatro, resim, fotoğraf, diziler ve perde arkasındaki gerçeklerle dünya kamuoyunu etkileyecek şekilde sunmalıydık!
Terörist diye tarif ettiğimiz belanın hükmü sınırlarımızın dışına çıktığında başka bir şey oluyor...
Amerika’nın teröristi dünyanın her yerinde filmleriyle ve propagandasıyla terörist sayılıyor, bize gelince durum böyle değil! Terörle yaşıyoruz ve her geçen gün başka bir çirkin yüzüyle tanışıyoruz. Ve bu mücadelenin tarihçesinde kaybettiğimiz insanlarımız Ahmet Arif’in dediği gibi “Göçüp gitmişler, gölgesiz!” gibiler...
Sayılarını unutmuşuz ve tek kelimeyle “şehitler” diyerek o büyük acıları yüreğimizin derinliklerinde saklamışız...
Ve “engerekleri, çıyanları tanıyarak büyüyoruz”
* * *
Bir akşamüstüdür Ankara’da...
“Ölünecek kadar güzel” olan ülkemizde her akşam ve her sabah yeni bir acıyla tanışıyoruz...
İki dünya savaşıyla bu ülkeyi coğrafyadan tasfiye eden, haritaları çizen küresel güçler; yeni senaryolarla yeni haritalar peşinde at koşturuyor!
“Üç beş çapulcu” diyerek başlayan sürecin adına bizler, terör ve teröristler denilen günlerden nerelere geldik!
Dünyayı yöneten efendi devletlerin pis oyunlarını dünyanın gündemine taşımalıyız, perdenin arkasındaki gerçekleri ve haklı davamızı destanlaştırıp dünyaya anlatmalıyız...
Ve küresel güçlerin koridorlarında haykırarak; Kandil Dağı’nda silah, mermi, ekmek, ayakkabı ve elbise fabrikası olmadığına göre beş bin teröriste bu lojistiği kim sağlıyor? diye hesap sormalıyız.
Teröristlerin ellerine tutuşturulan her silah ve her mermiyi kim vermişse, Ankara’daki saldırının gerçek katilleri onlardır!
Terör, taşerondur!
İhalecilerin de bulunması gerekir.
* * *
Bugünlerde büyük ihanetlerin karanlık tünellerinden geçiyoruz...
Mesele, Büyük Türkiye sevdasından herkesi vazgeçirmektir.
“Dağlarına bahar gelmiş memleketimin” çiçeklerini kopartmaktır... Terör örgütleri katliamlarını dahi haklı bir pozisyona taşırken, bizler hâlâ bataklığı kurutmak yerine, sineklerle “azim ve kararlılıkla mücadeleye” yani savaşmaya devamın ötelerine geçebilmeliyiz!
Ülkemizin güneydoğusu kurtarılmış bölgeler haline getirilmiş ve hendekler kazılmış. Şimdi temizlenmeye çalışılıyor... Bu ülke kendi derdiyle oyalanmaya çalışılıyor ki sınırlarımızın ötesinde yeni dünyalar kurulabilsin!
Bazı insanlar bir ülkenin nereden nereye geldiğine dair yaşadığı çağın tanığıdır adeta... Oysa bu söz biz gazeteciler için denilirdi. Lakin aramıza o kadar yalancı tanık girdi ki!
O insanlardan biri de yani yaşadığı çağın ve büyük olayların yaşayan tanığı, işadamı dostumuz Erdoğan Demirören’dir.
Çok eski yıllara dayanan dostluğumuz sürecinde ne zaman buluşup sohbet etsek daima ülke için yeni bir projeler söyler ve hep umutludur... Yaşanan büyük kırılmaların, saldırıların ve krizlerin karşısında iyimserdir ve asla karamsar ve panik olmaz...
Ve kaybetmenin hayatın her alanında kaçınılmaz olduğunu, asıl meselenin direnmekten ve kurulan tezgâhların yıkılmasından geçtiğini söyler...
* * *
Erdoğan Bey bir gün eline bir kâğıt ve kalemi aldı ve bir şemsiye çizdi, altına da küçük noktalar koyduktan sonra,
- Bu ne? diye sordu.
Şemsiye deyince, gülümsedi ve
- Yok, bu benim! Küçük noktalar da ailem, çocuklarım, çalışanlarım, dostlarım ve arkadaşlarım, dedi. Ve ardından kalemiyle şemsiyede küçük delikler açtı.
Ve sonra yüzüme bakıp, “Şimdi şemsiyenin altındaki herkese diyorum ki beni delmeyin, delerseniz siz de ıslanırsınız veya bir gün bu şemsiyeyi kapatırım! Ülkem de benim için büyük bir şemsiyedir. Felaketlerden, belalardan ve düşmanlardan korunmak için şemsiyenin altında duran hiç kimsenin şemsiyeyi delmeye hakkı yoktur!” dedi.
Evet, bizler delikler ve gedikler açanlara karşı hep birlikte, milletçe mücadele etmeliyiz!