Mehmet Soysal

Mehmet Soysal

mehmet.soysal@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Ve bugün işçilerin, yani, emekçilerin günü.
Diliyoruz ki bu güzel güne, alın teriyle kazanılan ekmeğe kimse kan doğramasın.
Ve belki de kirli eller bu güzel günün, güzel bir anı olarak kalmaması için kazan kaldırma oyunlarını sahneleyecekler.
Artık dik durma vaktidir.
***
1 Mayıs’ın geçmişine şöyle bir bakalım...
İzmler, siyasi partiler ve sendikaların içerisine sızan provokatörler ve istihbarat servislerinin farklı stratejileri emekçinin bu güzel gününü dünyanın hemen her yerinde kanlı bir güne dönüştürmüş.
Ve büyük sermaye baronlarının işine gelmediği bir gündür.
Bu yüzden “makineleşmek” denilen günlere doğru yelken açılmıştır, kapanmış da değildir.
İşçiden kurtulabilmek uğruna, denenmeyen deney kalmamış gibi.
1856 yılında Avustralya’nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçilerinin çalışma saatlerinin azaltılması için başlattığı protestolar, 1886 yılında ABD’nin Chicago kentinde iş gününün 8 saat olması için başlayan mücadele 1889’da Paris Kongresi’nde “işçilerin ortak bayramı” olarak kabul edilmesiyle mesele çözülmüş gibi gözükse de, o gün asla bayram gibi olamamıştır!
***
Dünyanın hemen her yerinde o günlerden bugüne kadar işçiler ve hakları bahane edilerek her tür oyunlara gebe bırakılmış, mayınlı bir zemin oluşturulmuş ve alın terine kan bulaştırmayı alışkanlık haline getirmişler, getirmeye de devam ediyorlar.
Mesele, işçiler değil.
Cemil Meriç’in “Mahkemede, Marksistim diye haykırdığım zaman bir tek işçinin elini dahi sıkmış değildim!” dediği günden bugüne elli yıl geçmiş ama aldatmaca oyunu devam etmiş, ediyor da...
Paylaşarak büyümek elbette ki insani bir görevdir, erdemdir!
Küresel sermaye ise hemen her geçen gün biraz daha bu görevin uzağında geziniyor.
Savaşlar ve ölümlerin sırtından geçinmek alışkanlık haline gelmiş.
***
İşçilerin sekiz saat çalışması için şehirleri kanla boyayanlara ve hâlâ da boyamaya çalışanlara diyoruz ki; bugün büyük kentlerde günde dört saat trafikte, sadece işçilerin değil hemen herkesin vakti geçiyor.
Ayda 120, yılda 1460 saat. Yani, yılda 60 gün ediyor.
Ve yılda 60 gün ayakta durarak metroda, belediye otobüslerinde, minibüslerde geçen bir ömrün hesabını neden kimse sormuyor.
Kimsenin aklına mı gelmiyor?
Çünkü servislerle işe giden işçilerin dışındaki insanların büyük bir çoğunluğu işçi ve emekçi.
Artık, insanları çalışmak değil, yollarda geçip giden zaman yoruyor.
***
Ve artık her şey Çin’den geliyor.
Fabrikalar uzaklarda. Tütün fabrikaları da yok artık. Her şey ithal oldu. Bu çelişkileri düşündükçe Nâzım’ın dizeleri yine aklımıza düşüyor:
Ellerinde işten kalmış iz var
Tütün işlemiş o parmaklar
...
O da işçi ben de işçi
Bir sınıfın evladıyız biz
Gaye uğruna verdik, el ele
Kızıl bir ufka gitmekteyiz.
Ve diyoruz ki artık mavi bir ufka gitme vakitleridir...
***
Nâzım’ın “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” dediği günlerden geçiyoruz...
Ama unutulan şey; bu memleket bizim değil, hepimizin!
Yeter ki ekmeğe kan doğranmasın!