<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
İşimiz icabı zaman zaman Anadolu'nun çeşitli illerini dolaşıyor, vatandaşlarla görüşüyoruz. İtiraz edenler oluyor; "Ekonomi iyiye gidiyor, diye yazıyorsunuz. Ama bizim durumumuzda bir değişiklik yok". Bazıları ise; "Enflasyon düşüyor diyorsunuz. Ama hayat pahalılığı hiç azalmıyor" diyor. Ve ekliyorlar; "ya sizin yazdıklarınız yanlış, ya da bizim gördüklerimiz!"
Vatandaş haklı da, ekonomist olarak rakamlara bakarak yazmak zorundayız. Pekiyi, durumumuz daha iyi mi, değil mi?
Önce ekonominin temel hedeflerinden bahsedelim. Ekonomik politikalar klasik olarak üç amaca hizmet eder. Birincisi, fiyat istikrarı, yani enflasyonun düşmesi. İkincisi, ekonomik büyüme. Ve nihayet üçüncüsü, dış denge, yani döviz dengesi.
Bunlar içinde en önemlisi büyümedir. Büyüme olursa işsizlik azalır, ülkede refah düzeyi yükselir. Ancak enflasyon sadece ekonomik bir sorun değil, aynı zamanda da sosyal bir sorundur. Çünkü gelir dağılımını bozar. Üstelik enflasyon müzminleşince büyüme de engellenir.
Ancak bu hedeflerin hepsine birden ulaşmak mümkün değildir. Mesela bir zamanlar fiyat istikrarı sürecinde büyümeden feragat edildiği düşünülürdü. Oysa enflasyon çok yüksek olunca
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Yükselen euro değil. Düşen dolar. Doların düşme serüvenini bir süredir yazıyoruz. Bazılarına göre bu düşüş ABD'deki aşırı boyutlardaki cari açıklardan kaynaklanıyor. Oysa ABD'de öteden beri cari işlemler açığı süregelir. Doların asıl düşme nedeni ise ABD'ye olan sermaye akımlarının yavaşlaması. ABD'ye akan güçlü sermaye akımları yavaşlayınca, dolar da haliyle düşüyor.
Tabii bu yavaşlamada büyüyen bütçe açığının payı var. Ama bir nedenle ABD ekonomisine olan güven toparlanırsa, sermaye akımları da yeniden ülkeye oluk oluk akabilir.
ABD ekonomisinin canlanması çok önemli. Çünkü bu ekonomi dünya ekonomisinin lokomotifi. 1992 - 2000 döneminde ciddi bir canlılık gösteren ABD ekonomisi, tıpkı 1991'de olduğu gibi yeniden tökezlemeye başladı. Bir yandan Bush'un izlediği yanlış politikalar sonucu ortaya çıkan kamu açıkları, diğer yandan 11 Eylül sonucunda çöken tüketici güveni ekonomik aktiviteyi adeta perişan etti. Yatırımlar düştü. İşsizlik artmaya başladı. Yukarıdaki grafikte de görüldüğü gibi, 2002 yılında en kötü noktasına ulaşan yatırım eğilimi ile iş talebi, 2003 yılının ilk aylarından itibaren toparlanmaya yüz tutuyor. Bu sevindirici.
Öte yandan,
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
"Euro yükseliyor", deniyor. Oysa, yükselen filan yok, düşen var. Düşen para birimi de dolar. Aslına bakarsanız, 2000 yılında da düşen euro değildi. Dolar yükseliyordu. Çünkü ABD ekonomisi çok parlak bir konjonktürdeydi ve faizler de yüksekti. Oysa henüz euro henüz dünya ekonomisinde egemen bir para birimi değil. Belki ileride olabilir. Ancak şu anda altın, petrol gibi bir çok mal hâlâ dolarla değerlendiriliyor, ya da alınıp satılıyor.
Amerikan para birimi dolar, bir yandan ABD ekonomisinin durumunu yansıtıyor, diğer yandan da dünya ekonomisinin durumunu. Böylesine bir güçlü yapısı var. Gelişimi de hem ekonomistleri, hem de tüm iş alemini yakından ilgilendiriyor.
Amerika'da yüksek tüketim düzeyi nedeniyle, ithalat da yüksek. Bu denli dış ticaret açığı oluşunca, cari açıklar da ciddi boyutlara varıyor. Yani döviz gelirleri, döviz giderlerini karşılamıyor.
Bu açık oldum olası Amerika'da vardır. Ama sorun yaratmaz. Çünkü ülkeye bol miktarda sermaye girişi olur. Her yıl dünyanın çeşitli yerlerinden Amerika'nın para ve sermaye piyasalarına oluk oluk para akar. Ve bu akış doları destekler. Ancak son zamanlarda bu akımda yavaşlamalar meydana gelince, dolar
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Türk ekonomisi iki yıldır büyüyor. Belki işsizlik azalmıyor, belki halkın bir kesimi bunu hissedemiyor, ama büyüme rakamlarla kesin. 2002 yılında ekonomi yüzde 7.8 büyümüştü. Bu yıl da yüksek bir büyümenin oluşacağı istatistiklerden gözleniyor.
Geçen yıl büyüme daha ziyade boşalan stokları doldurarak ve ihracatla elde edilmişti. Bu yıl ise biraz farklı. İhracat büyümenin motoru olmayı sürdürse de, bu kez stoklar yerine iç tüketim belini doğrultuyor. Özellikle de dayanıklı tüketim malları. Düşen faizler ve düzelen moraller tüketici güvenini besliyor. Tarımın da katkısıyla bu yıl yüzde 5 civarında büyümenin oluşacağı gözleniyor.
2004 yılı çok önemli. Büyüme tekrar ederse artık sürdürülebilir bir büyümeye eriştiğimiz düşünülebilir. Bunun için koşullar gayet elverişli. Teknik olarak da bir engel görünmüyor.
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Kıbrıs seçimleri pazar günü tamamlandı. Seçimler iki tema üzerinde odaklanıyordu. Birincisi, AB'ye girmek ya da girmemek. İkincisi de, ada içinde göç etmeye razı olmak, ya da olmamak. Diğer bir deyimle, Annan planını bir çözüm olarak kabul etmek, yani mevcut durumu korumak, ya da aksi.
Kıbrıs'ın Avrupa Birliği'ne girmesi için Annan planı bir ön şart görünüyor. En azından bu plan çerçevesinde müzakere gerekiyor. Ancak planın yürürlüğe geçebilmesi için adada çok ciddi iç göçler gerekiyor. Bu da Türklerin hoşuna gitmiyor. Özellikle kuzeyde ciddi mülkler edinmiş aileler buna karşı çıkıyor.
Gençler ise farklı. Onlar AB içinde yer almak istiyor. Böylece yabancı sermaye ülkelerine akacak ve yeni iş sahaları açılacak. Ya da onlar Avrupa'ya iş için akacaklar. Üstelik Türkiye'nin de AB'ye tam üye olması konusunda da önü açılmış olacak.
Seçim sonuçlarında halkın iki görüşünü eşit parçalara ayırması, kimilerini Kıbrıslılar kararsız kaldı yargısına vardırıyor. Malum, çözümden yana olanlar Meclis'te (CTP - BG - BDH) 25 milletvekili sokarken, göçlerden ya da Rum baskısından çekinen kesim de (UBP - DP) 25 milletvekili çıkarttı. Şimdi, halkın yarısı çözüm isterken,
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Borsanın geleceğinden ümitliyiz. Pekiyi ne yapalım? Kime soralım? Borsada yatırım yaparken kararlarımızı çeşitli etmenler belirler:
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Türkiye'de sosyal devlet var sayılamaz. Pekiyi kurulabilir mi? Bunun yanıtını vermek gerekiyor.
1980'li yıllarda Batı'da egemen olarak küreselleşmeci, liberal rüzgarlar esmeye başlayınca sosyalistler, ya da sosyal demokratlar tek tek seçimleri kaybederek, iktidardan düştüler. Bunun temelinde sosyolojik bir neden yatıyordu. Giderek güç kazanan orta sınıf işçi sınıfının yerini alıyor, küçük girişimciler, ya da hizmet sektöründe çalışan ücretliler toplumda yaygınlaşıyordu. Bunların da siyasal davranış desenleri farklıydı. En azından sendikalaşma olgusu yoktu.
İşte bu yeni kesim devletin ekonomideki ağırlığının kalkmasından rahatsız olmak bir yana, aksine memnun bile oluyordu. Böylece hem bütçe rahatlıyor, hem de bu kesimlerden kaynak çekilmiyordu. Hal böyle olunca Avrupa'da sosyal demokratlar partilerini merkeze doğru çekerek yollarına devam ettiler. Sonuç; yine iktidardalar.
Bir süredir, Türkiye'de liberal kesim sosyal demokratlara böylesi bir yaklaşımı öneriyor. Ancak bunun için; hem devletin sosyal harcamalarının bütçe üzerinde ciddi bir yük olması, hem de sosyolojik olarak benzer bir gelişmenin olması gerekiyor. Oysa ki, ülkemizde bütçe üzerinde
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Geçen hafta basında özürlüler, ya da bazılarının tanımıyla engelliler hakkında bir haber çıktı. DPT koordinatörlüğünde DİE ve Özürlüler İdaresi Başkanlığı ile yapılan ve iki yıl süren çalışmalar nihayet sonuçlanmıştı. Devlet Bakanı Güldal Akşit de bu çalışmanın sonuçlarını açıklıyordu.
Çalışma çok önemliydi. Çünkü özürlülerin resmi rakamı bilinmiyor, tahmin ediliyordu. Ciddi bir envanter çalışması yapılmadığından hiçbir politika üretilemiyordu. Kaldı ki, tanımına göre özürlü rakamı değişiyordu. Kimi engelli diyor, kimi özürlü. Kimi kişinin ifadesine bakıyor, kimi de belli engellerin toplamına. Farklı tanımda da olsa artık bir istatistik rakamımız var; Türkiye nüfusunun yüzde 12.29'u engelli. Yani yaklaşık 8.5 milyon insanımız. Kimi çocuk, kimi büyük her sekimizden biri engelli.
Engelli olmak elbette bir ayıp değil. Bu nedenle "özürlü" sözcüğü bazıları tarafından benimsenmiyor. "Engelli" yeğleniyor. Buna rağmen Başbakanlık bu konuyla görevli kurumunu kurarken "Özürlüler İdaresi Başkanlığı" olarak isimlendirmiş. Nedenini bir bilsek! Oysa Batı'da da "handicapped" yani "engelli" sözcüğü kullanılıyor.
Kuşkusuz 8.5 milyon rakamın içinde alzheimer,