Köşe yazarlığına 1989 yılında yerel bir gazetede başladım. Bu serüven daha sonra Yeni Yüzyıl ile ulusal bir gazeteye taşındı. 10 yıl önce de Milliyet’e geldim. Çocukluğumdan beri her sabah evime Milliyet girer. Annem hâlâ sadece Milliyet okur. Bu nedenle Milliyet’te yazmak benim için muazzam bir mutluluk olmuştur. Böylece annem Ankara’da oturmasına rağmen haftanın en az 3 günü benim resmimi görüp yazımı okurdu. Şimdi buna elveda demek zorundayım.
Çünkü Doğan Yayın Holding’in Yayın İlkeleri var ve ikinci maddesi şöyle diyor; “Gazeteci, mesleki çalışmalarını her türlü çıkar ve nüfuz ilişkisinin dışında tutar, herhangi bir siyasi partide aktif görev almaz.” CHP’nin geçen hafta gerçekleşen 33. Olağan Kurultayı’nda Parti Meclisi’ne seçilmem aktif görev sayıldığından ayrılmam gerekiyor. Bazı gazeteci arkadaşlar benim gazeteci olmadığımı, sadece ekonomist bir bilim adamı olmam nedeniyle köşe yazarlığı yaptığımı belirtse de, kimileri de (herhalde her gün yazdığımı düşünerek) “ayrılmalı” diye yazdılar. Kuşkusuz ben de ayrılmayı daha doğru buluyorum. Siyasetçi mesajını gazete köşesinden vermez.
1991 yılında milletvekili adayı olduğumda üniversitede odamda ağlamıştım. Seçilemedim, döndüm.
33. Olağan Kurultay çok özel bir kurultay oldu. Karizmatik Genel Başkan Deniz Baykal çekildi. Yerine sade bir insan olan Kılıçdaroğlu geldi. Delegeler ilk defa kamuoyuna direnemedi ve yeni bir lider büyük bir coşku ile seçildi. Bu arada partinin güçlü ismi olan Genel Sekreter Sav’ın hamlesi tabii anahtar rolü oynadı. Ancak eğer Baykal çekilmeseydi yahut da Sav destek vermeseydi, liderlik değişimi asla olamazdı. Bu son derece önemli bir gerçektir. Sav, parti içinde önemli bir yörüngedir.
Neden? Çünkü parti içi demokrasi yoktu. CHP’de delegelerin büyük kısmının genel merkezden beklentisi olduğundan kamuoyuna duyarlı davranamıyordu. Milletvekili seçim sıralamasından tutun da, belediye başkanlığı adaylığının belirlenmesine dek her şey Ankara’nın elindeydi. Önceki günkü kurultay konuşmasında Genel Başkan Kılıçdaroğlu artık parti içinde demokrasi sağlanacağı müjdesini verdi. Bu CHP’de bir devrim demek oluyor.
Söylem değişimi
Kılıçdaroğlu önceki günkü kurultay konuşmasını yoksulluk ve işsizlik üzerine dayadı. Bu da çok önemliydi. Öteden beri bunu kendisiyle paylaşıyordum. CHP artık rejimden çok, geçimle ilgilenecek. Bunu 70’li yılların CHP’sine yahut Ecevit’e öykünme olarak
Geçen hafta Taha Akyol CHP’nin duruşunu sorgulayan bir yazı yayımladı. Eleştirileri iki noktaya dayanıyordu. Birincisi, CHP’nin Türkiye’deki toplumsal değişimi iyi okuyamaması. Diğeri de CHP’nin kendini cumhuriyetin kuruluşuna odaklayarak bir türlü çağdaş bir sosyal demokrat partiye dönüşememesi. Acaba bu Kılıçdaroğlu ile başarılabilir mi?
Kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de ciddi bir işçi hareketi oluşmamıştır. Buna bağlı olarak ciddi bir işçi partisi de gelişememiştir. CHP ise böylesi bir yapıdan değil, yeni ulus devletin siyasal örgütü olmaktan gelmiştir. Birçok yeni ulus devlette de bu tür partiler vardır. İşte bu özellik CHP’yi batıdaki sol partilerden farklılaştırmakta, eleştiriler de bundan kaynaklanmaktadır.
Aslına bakarsanız Fransa’daki Sosyalist Parti de orta sınıfların ve aydınların sahiplendiği bir siyasal örgüttür. CHP’nin böylesi bir yapıdan uzaklaştığı tek dönem ise 1970’li yıllardaki dünyada sol rüzgârların egemen olduğu zamandır. Bir daha da o döneme dönülememiştir.
Orta sınıftan dar gelirlilere
Aslına bakılırsa zaman zaman CHP’de bu orta sınıfın dışına sarkabilme çabaları olmuştur. Ancak bunlar göstermelik düzeyde kalmış ve gerçek bir siyasal dönüşüm bir
Dostum Taha Akyol geçen hafta doğrudan beni ilgilendiren iki yazı yazdı. Biri Yunanistan’da gelişen olaylarla ilgili, diğeri de CHP’yle. Her ikisini de değerlendireceğim. Birincisinden başlayayım.
Yunanistan’da halk ayaklandı desek yeri var. Ortaya çıkan büyük kamu borcu ile dış borcun azaltılması için halkın daha az tüketmesi (yahut zorla devletin daha fazla tasarruf yapması) gerekiyor. Halk da daha düşük bir refah düzeyine razı olmayıp direniyor. Alışmış kudurmuştan beterdir ya. İsyan ediyor.
Böylesi bir durumda muzdarip olan toplumsal kesimlerin tepki gösterememesi demokratik sayılamaz. Aksi halde özgürlükler kısıtlanmış olur. O nedenle bu gelişmeleri doğal bulmak gerekir. Tek sıkıntı işin boyutunun anarşizme kaymasıdır.
Çıkar çatışması gereği
Kapitalist sistemde demokratik rejim çeşitli sosyal sınıfların farklı ekonomik çıkar çatışmalarının siyasete yansımasına elverir. Eğer bu olmaz, sadece sermaye kesimini tatmin eden bir rejim getirilirse (veya böylesi bir anlayış egemen kılınırsa) Türkiye’de olduğu gibi gelir dağılımı çok bozulur. İşte bu nedenle Yunanistan’da gelişen tepkileri takdir ettik.
Ama ne yazık ki, bizde (ve kimi başka ülkelerde de) liberaller kişisel
Bu hafta başında bir televizyon kanalında eski Hazine Müsteşarı Mahfi Eğilmez ile programda sanayi üretim verileri üzerinden ilk 3 ayın büyüme oranını tahmin etmeye çalıştık. Ben yüzde 10-12 arası beklediğimi, o da yüzde 15’e yakın bir düzey beklediğini açıkladı. Eğilmez bu tahminini baz etkisine dayıyor. Geçen yıl ilk 3 ayda sanayi verileri yüzde 21 kadar daralmış, milli gelir de buna dayalı olarak yüzde 14’e yakın bir düzeyde küçülme göstermişti. Gelin tartışalım.
Mart ayında toplam sanayi üretim endeksi bir önceki yıla göre yüzde 21.1 artmış. Bu ocakta yüzde 12.1, şubatta ise yüzde 18’di. Demek ki, ortalama yüzde 17 kadar bir artış var. Yani ilk 3 ayda geçen yıl kaybettiğimiz üretim düzeyini yakalamış olamayacağız ve artış yükselişten düşük oranda olacak.
Telafi bile olmuyor
Açalım. Bu artış temel olarak dayanıklı tüketim malı imalatından değil, dayanıksız tüketim malı imalatı ya da ağırlıklı olarak ara malı imalatındaki artıştan kaynaklanıyor. Sermaye malı imalatında da artış hızı yüksek görünüyor. Nitekim ocak-mart döneminde sermaye malı ithalatı yüzde 23.9 artmış. (Fakat hatırlatalım; 2009 Mart’ında aynı kalem bir önceki yıla göre yüzde 40 daralmıştı!)
Gıda kesiminde
Geçen haftanın en önemli ekonomik olayı kuşkusuz Yunanistan’daki sosyal gerilimdi. Yunanistan’ın uygulamak istediği mali disiplin ve tasarruf önlemleri çok ciddi bir toplumsal dirençle karşılaştı. Olaylar çıktı. Çok sayıda kişi yaralandı, 3 kişi de öldü.
Benzer önlemleri Türkiye de birkaç defa krizle karşılaşınca almıştı. Oysa Türkiye’de benzer önlemler böylesi olayları neden olmamıştı. Bu konu gerçekten düşünmeye, tartışmaya değer.
Acaba alınan önlemler mi çok sert? Bundan dolayı mı dirençler gözleniyor? Buna bir ölçüde “evet” diyebiliriz. Önlemlerden bir tanesi, KDV oranının yüzde 21’den 23’e yükseltilmesi. Bu yoksul kesimler için hayatı daha da pahalı hale gelecektir.
Lale devri bitti
Kamuda çalışan, 3 bin euro’dan daha düşük maaş alanların Noel ve Paskalya için 13’üncü ve 14’üncü maaşlarının kaldırılarak yerine 1000 euro konması, aylık 2500 euro maaşı geçmeyen emeklilerin de Paskalya ve Noel ödeneklerinin 200 ve 400 euro’ya indirilmesi Yunan memurlarının lale devrinin bittiğini gösteriyor. Ayrıca şimdilik maaşlar donduruldu. Bütün bunlara toplu olarak bakıldığında kamu çalışanlarının refah düzeyinde yüzde 25-30 düzeyinde bir kaybın olacağını görülüyor. Kısacası,
Bir süredir Güney Avrupa ülkelerinin borçları nedeniyle euro para biriminin çökeceği tartışılıyor. Biz buna katılmıyoruz. Açıklayalım:
Temel olarak konuşulan 3 ülke var. Portekiz, İspanya ve özellikle de Yunanistan. Geçtiğimiz yıl Portekiz milli gelirinin yüzde 9,3’ü, İspanya’nın yüzde 11,4’ü, Yunanistan’ın da yüzde 12,6’sı kadar bütçe açığı verdiği biliniyor. Bunlar yüksek bütçe açıkları ve tabii sorun oluşturuyor. Ancak İngiltere’nin 90 milyar sterlinlik bütçe açığı da milli gelirinin yüzde 12’si ediyor. Fransa’nın da 145 milyar euro’luk bütçe açığı milli gelirinin yüzde 7,5’i ediyor. Demek ki, aynı oranda bütçe açığı veren daha büyük Avrupa ekonomileri var. Ama onların sözü edilmiyor.
Portekiz’in kamu borcunun milli gelire oranı yüzde 75, İspanya’nın yüzde 59, Yunanistan’ın da yüzde 125 (406 milyar euro). Yani diğerleri Yunanistan kadar sorunlu değil. Kısacası, piyasadaki bulaşma endişesi biraz abartılı.
Yunanistan euro’yu çökertmez
Gelelim ikinci konuya. Bu borçlar euro’yu sarsar mı? Portekiz, İspanya ve Yunanistan’ın borcu 1 trilyon 14 milyar dolar. Bu rakam ilk bakışta dehşete sürükleyebilir. Ama Japonya’nın da borcu 9,4 trilyon dolar (milli gelirinin yüzde 192’si).
İspanyol ressam Pablo Picasso’nun 1932’de yaptığı “Çıplak Kadın, Yeşil Yapraklar ve Büst” adlı tablosu Christie’s Müzayede Evi’nin New York’ta düzenlediği açık artırmada 106 milyon dolara satılmış. Böylece Giacometti’nin Yürüyen Adam heykelinin rekoru da kırılmış oldu. 20. yüzyılın en büyük heykeltıraşlarından sayılan Alberto Giacometti iki ay önce Londra’da Sotheby’s mezadında “L’Homme qui Marche I” (Yürüyen Adam I) isimli yapıtı alıcı primiyle beraber 104 milyon doları aşmış ve 2004 yılında satılan Pablo Picasso’nun “Garçon à la Pipe” (Kavallı Oğlan) resmini geçmişti.
Bu fiyatın oluşmasında en büyük etmen arzdı. Çünkü Giacometti’nin piyasaya düşen eser sayısı az. Haliyle fiyatı da uçuyor. Picasso’nun da yeni bir resim yapması olanaksız. Çünkü hayatta değil. Bu nedenle kimi sanatçılar yaşarken eserlerinin fiyatlarının hızlı arttığını görünce, asistan yardımıyla üretimi hızlandırıyor. Bu da ilk aşamada olmasa da, daha sonra mutlaka fiyatı çökertiyor.
Bazı eserler de mezada girmiyor. Jackson Pollock’a o özel seri için doğrudan 140 milyon dolar verilmişti. Bu, Vincent Van Gogh’un 1990 yılında mezatta “Portrait du Docteur Gachet” isimli eserine bugünkü fiyatlarla (enflasyon payı