Galatasaray Üniver-sitesi’ndeki yabancı öğretim üyelerinin başlangıç düzeyinde Türkçe bilmeleri şartı getirildi. Bu şart, aslında bütün lise ve yüksekokullarda uygulanmalıdır. Ama konu şu anda bu değil.
YÖK’ün bu şartı GSÜ bağlamında uygulaması, rektör yardımcısın da belirttiği gibi “siyasal amaçlı” bir uygulamadır. Fransız Rektör Yardımcısı Francis Rousseau haklıdır; bu bir siyasal karardır. Hatta siyasalın da ötesinde bir “mukabelei bil-misil” davranışıdır.
Bu, bir davranışa aynıyla veya benzeriyle karşılık verme anlamında bir uluslararası hukuk deyimidir. Fransa, bir yıl önce maaşı Türkiye tarafından ödenen üniversite okutmanları ve din görevlilerine B2 düzeyinde Fransızca bilme zorunluğu getirmişti. Türkiye, bu şart yokken gönderilmiş personelin yerleştikleri Fransa’da zarara uğramalarını önlemek amacıyla kararın geri alınmasını sağlamak için diplomatik temaslar yaptı. Hatta ilgililere göre bu konu bakanlar ve başkanlar düzeyinde de ele alındı. Fakat sonuç sağlanamadı.
Şimdi
6 Ocak 2012, tıpkı 7 Aralık 1941 gibi, Amerikan tarihinin utanç verici sayfalarından biri olarak tarihe geçecek. 8 Aralık 1941’de ABD Başkanı Franklin Roosevelt, ünlü meclis konuşmasında, Japonların bir gün önceki Pearl Harbor baskınının ABD tarihinin en şerefsiz, en kötü günü olarak hatırlanacağını söylemişti.
ABD, o tarihte İkinci Dünya Savaşı’na girip girmeme konusunda ayağını sürüyor, Almanya’da Nazilerin Musevi soykırımı yapıp yapmadığını -güya- araştırıyor ve mümkün olduğu kadar savaş dışında kalmaya çalışıyordu.
ABD donanması hazırlıklı olmalıydı; Japonların Almanya ile müttefik olduğunu ve ABD’ye savaş ilan ettiği biliniyordu. Ne var ki ABD donanmasının tedbirsizliği 13 savaş gemisinin, 188 uçağının kaybına, 2335 bahriye erinin ve 67 sivilin ölümüne sebep oldu. Gerçi ABD bunu Japonya’ya, Hiroşima ve Nagasaki’ye sivil halkın üzerine iki nükleer bomba atıp 355 sivili öldürerek, 1 milyon 225 bin kişiyi sakat bırakarak ödetti ama 7 Aralık 1941 ABD için hâlâ utançla
Libya’da, ülkenin iki tarafından temsilcilerin yer aldığı, Birleşmiş Milletler yönetiminde kurulan ve çalışan Siyasal Diyalog Forumu (LSDF), geçen hafta, ülkenin ilk ortak hükumetini oluşturacak başbakanı ve Başkanlık Konseyi başkanını ve üç üyesini seçti.
BM, tanıdığı tek yönetim olan Cumhurbaşkanı Fayiz es-Serrac’ın yönetimindeki Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin yerini alacak ve Libya’yı 24 Aralık’ta seçimlere götürecek olan hükumeti Abdulhamid Dibeybe kuracak. Ülkenin doğu, batı ve güneyinden seçilen üç üyeli başkanlık konseyinin başkanı ise Muhammed Menfi olacak.
Türkiye ve ABD gibi, Libya’nın geleceğiyle ilgili ülkeler, LSDF’in seçim sonuçlarıyla ilgili olumlu açıklamalar yaparken, güya Libya’nın geleceğine ilişkin ilgi belirtmiş olan Fransa, Rusya, Mısır gibi ülkelerden hafta sona ererken tek satır açıklama gelmemişti. Tam tersine, BM, geçen Perşembe günü seçimlere hazırlık yaptığı sırada, Rusya, ülkeyi bir iç savaşla
Ülkelerin tanınmış sınırlarını bölerek, içinden birkaç yeni ülke çıkartmak mümkünse, o zaman “Çin bölünmeli mi?” sorusuna cevap aramak için zahmet etmeyelim ve hemen ekleyelim: Suriye de bölünmeli. İran da bölünmeli. Irak da bölünmeli.
Mesela Türkiye ile devam edelim mi? Veya ABD ile? Rusya’yı da listeye ekleyelim mi?
Bu argümanları sıralamamın sebebi artık kabak tadı veren, CIA menşeli şu Uygur meselesidir. Mesele yerine masal da diyebiliriz.
Masal, çünkü ne başı belli ne de sonu. Çözüm bekleyen sorun anlamında mesele diyorsanız, 8 Nisan 2012’de o zaman başbakan olan Erdoğan, Çin ziyaretine Uygur Özerk Bölgesi’nden başlamış, çözüm bekleyen ne kadar “sorun” varsa, hepsini önce Uygur kardeşlerimizle, daha sonra da ev sahibi Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile görüşmüştü. Erdoğan yedi yıl sonra yaptığı ikinci Çin ziyaretinde de Uygur Özerk Bölgesi temsilcilerini kabul ederek, ilk ziyarette varılan anlaşmalarla ilgili
ABD-Türkiye ilişkilerini değerlendiren bazı Türk yazarlar, Biden Yönetimi’ne biçtikleri görevler arasında “… küresel düzeyde otoriter yönetimlere karşı demokrasiyi ve denge-denetleme sistemini desteklemek” başlığı altında ABD’nin “zorlayıcı diplomasiye dayanan bir dış politika” uygulayarak “Suriye’den Doğu Akdeniz’e çatışma alanlarında varlığını ve dönüştürücü gücünü göstereceğini” yazıyorlar. Bu, sıradan bir kişinin gerçek hayatla ilişkisini kurmasını imkânsız kılacak kadar genelleştirilmiş ifadenin altında yatan tahmin şudur:
“AK Parti ve Başkan Erdoğan yönetimi, ABD ile Trump zamanında olduğu gibi kolay bir ilişki kuramayacak” ve dolayısıyla son 5 yıldır uygulamakta olduğu ulusal politikalardan vaz geçmek zorunda kalacaktır.”
Bu gibi satırların yazarlarının hepsinin böyle bir beklenti içinde olduğunu söylemek haksızlık olur. Analize bakarak niyet okumak, haksızlık olduğu kadar yanlış sonuçlar verebilir. Bu ihtiyat kaydı ile, Biden’ın dış politika ve
Mevcut Türk yönetimi, işbaşına geldiği günden beri Yunanistan ile Ege-Akdeniz kıta sahanlığı ve ekonomik münhasır bölge sorunlarının çözümü için görüşmeler yapmak istiyor. 2002 yılında işbaşına geldikten sonra AK Parti’nin birinci yıl içinde başlattığı işlerden biri, Yunanistan ile Türkiye’nin arasındaki tüm sorunların bir envanterini çıkartmak ve bunların çözümü için masaya oturmak oldu. Bu görüşmelerde Türkiye, 1980’lerde bir ara medyanın körüklemesiyle alevlenmiş olan Ege sorununa, Türkiye’nin Lozan’dan beri göz ardı edilen deniz hukukuna, Yunanistan ile dostane bir çözüm arayışı içinde idi. Uluslararası Deniz Hukuku konferansının Karakas’ta yapılan büyük oturumunu izlemiş bir muhabir olarak bu satırların yazarının dostane çözümün bulunacağına hiç umudu olmadı; ama görüşmelerin olması elbette olmamasından daha evla idi. Yunanistan ve Osmanlı’ya ait Ege adalarını, Lozan ve Paris’te, tabirimi hoş
Herkes şimdi bu soruyu soruyor: Biden nasıl bir ABD tasavvur ediyor?
ABD denen muazzam çarkın işleyişi hakkında az buçuk kafa yormuş olanlar bilirler ki ABD’yi tek başına bir başkan yönetmez. Esasen ABD denen tek bir birim veya tüzel varlık yoktur. Birçok Amerikalar vardır ve bunlar, başkan kim olursa olsun kendi olağan yönetimlerine sahiptir.
Hükumeti devirmeye yönelik 17-25 Aralık 2013’te yapılan sözde soruşturmanın başrolündeki isim olarak ABD Hazine Bakanlığı Terörizm ve Finansal İstihbarat Müsteşarı David Cohen’in adı ortaya atılmıştı. Bir savcının gözaltı talimatları ve birkaç mahkemenin arama kararları ile duyduğumuz, aralarında iş adamları, bürokratlar, banka müdürü, çeşitli düzeyde kamu görevlileri ve dört bakan ile üç bakan çocuğunun olduğu bir soruşturmadan söz ettiğimizi hatırlayacaksınız. Bu sözde soruşturma, ortaya binlerce sayfa ABD mahkeme dosyası çıkartmış ve Halkbank üzerinden Türkiye’yi tehdit eden bir büyük davaya dönüşmüştü. Bu operasyonun
ABD’de bir tarihte, yine dünkü gibi bir başkan yemin töreninin kentteki kalabalığından kaçmak amacıyla eşimle kentin dışına doğru bir gezinti yaptık ve güzel manzara görüp, fotoğraf çekmek amacıyla yoldan açılarak, bir iki kilometre yolun dışına yürüdük. Nefis bir vadi, bir tarafındaki kanyona doğru uzanıyor. Uzanıyor ama bizim yürüdüğümüz istikamette silahlı birtakım insanlar, diktikleri hedef tahtalarına atış talimi yapıyorlar. Kadınlar da var aralarında ama hepsi komando üniforması giymiş. ABD’de askeri teçhizat ve üniformaların satıldığı dükkânlar var. Biz girmedik ama vitrininde el bombası bile teşhir ediliyor.
Silah talimi yapan insanların arasından, hani bakışla öldürmek mümkün olsaydı çoktan katledilmiş olacak bir tarzda, aracımıza döndük; nasıl bir gazladıysak, epey bir süre birbirimizle bile konuşamadık.
Sonra bu kişilerin Virginia’da 1772’de kurulmuş olan ilk milis gücünün bugünkü devamı olduğunu öğrendik.
Dün ABD’nin 50 eyaletinde adeta