Bir ülkede altı büyük, 30 küçük parti var; bunlar 60 milyonluk ülkeyi yönetemiyor, siyasetle ilgisi olmayan elitin (sanayiciler, maliyeciler, üniversite hocaları) baskıları sonucu, siyasetin dizginlerini bir bankacıya teslim ediyorlarsa, buna “yumuşak diktatörlük” denir.
Bir de katı diktatörlük vardır: Mussolini de 1922’de iktidara “partiler üstü bir siyaset” önerisi ile gelmiş ve bu tür bir diktatörlük kurmuştu. Eski profesör, eski danışman, eski maliyeci ve Avrupa Merkez Bankası eski başkanı Mario Draghi, partilerin koalisyon kavgaları, hükumetlerin güvenoyu aldıktan bir aç ay sonra batmaları üzerine de facto bir başkanlık sistemi ilan edilerek, partiler-üstü bir konumda göreve geldi. Önünde iki gündem maddesi vardı: Korona salgınına karşı etkin bir korunma planı oluşturmak ve İtalyanların bir türlü ısınamadığı Avrupa Birliği ile hala gerçekleşmemiş olan bütünleşmeyi tamamlamak. Salgın eski hızıyla devam ediyor; bütün İtalya’da, lokantalar, okullar,
İnternet sitelerindeki “tıklatma tuzağı” gibi oldu başlık, ama gerçekten öyle. Üst geçitler, alt geçitler, köprüler, tüneller, aklınıza gelecek her türlü altyapı tesisi çöküyor, dökülüyor. Bu sebeple yollar kapatılıyor; 20 dakikalık yere, aradaki bir köprü tehlikeli hal aldığından dolayı kapatıldığı için, kentin öte tarafından dolaşarak bir saatte gidiyorsunuz.
Büyük endüstriler, örneğin otomobil firmaları Çin’in yolunu tuttuğu için boş kalan devasa fabrikalar, metrelerce değil kilometrelerce uzanan sanayi siteleri, bakımsızlıktan, yeniden kullanılma ihtimali kalmadığı için yenilenmediklerinden dolayı önce paslanıyor, sonra çürüyüp çöküyor. Bir tarihte sadece ABD’de satılmayıp, tüm dünyaya ihraç edilen Buick’ler, Chevrolet’ler, Ford’ların yapıldığı Michigan fabrikalarının kapısına çoktan kilitler asıldı. İçerideki felaket manzaralarının görülmemesi için önlerine çekilen tahta perdeler,
20’nci yüzyılın son 25 yılında ülkemizde olup biten birçok insan hakları ihlaline ilişkin ayrıntıları önce ABD dışişleri bakanlığının Kongre’ye sunduğu raporunda okurduk. Birçok ihlalin, iş başında olan askeri rejim veya onun baskıcı uygulamalarını sürdüren sözüm-ona sivil yönetimlerin gizlediği ayrıntıları bu raporda yer alırdı. Gazeteler yine de tam olarak aktaramazlardı ama hükumetler veya yetkileri hükumeti bile aşan vesayet odakları bir müttefik ülkenin Türkiye hakkındaki raporuna ilişkin iki üç paragraflık bir haberi sineye çekmek zorunda kalırlardı.
Zaman değişti; Türkiye’de sistemli insan hakları ihlalleri bitti. 2002’den sonra, özellikle AK Parti hükumetlerinin, vesayet rejiminin kalıtımsal egemenliğine tek tek kurumları reforma tabi tutarak ortadan kaldırmasına paralel olarak ya insan hakları ihlalleri azaldı ya da olanların yazılması, kamuoyunun dikkatine sunulması engellenemez oldu. Geçen gün bir TV sohbetinde, 1990’ların sonunda GAP bölgesinde bir fotoğraf turunda şoförümüzün
Gizli Işık Yapım şirketi, ABD’nin eski First Lady’si ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ve kızı Chelsea’nın kurdukları bir film stüdyosu. Bir de ortakları var: Sam Branson. Firmanın sitesinde kuruluş amacı “getirisi yüksek belgeseller, TV için eğlence amaçlı programlar ve filmler üretmek” olarak açıklanıyor. “Kendisini çevre davasına adamış, hayırsever bir maceracı” olan Sam, Kuzey Kutbu’nu yürüyerek geçince, kendisinde bir aydınlanma olduğunu fark etmiş ve insanların hayatlarında olumlu değişimler sağlayacak filmler yapmaya karar vermiş. Hillary ve kızıyla tanışan Sam, bu Gizli Işık (Hidden Light) şirketini kurmuş.
Dünya bu girişimi Hillary’nin “Kobanili kadın savaşçıların cesaretlerini yüceltmek için ekranlara taşımak üzere” kollarını sıvadığını açıklayınca öğrendi. Hillary ve kızı, Sam ile birlikte Gayle Tzemach Lemmon’ın “The Daughters of Kobani” (Kobani’nin Kızları) kitabını televizyon dizisi haline getirecekler.
ABD’de doğmuş, büyümüş Musevi asıllı Gayle Tzemach
Brüksel’den bir şey çıkmayacağı belliydi; saygılı bir üslupla kaleme alınmış, ama temeli bozuk bir rapor. “Şunu-şunu yapma; yapmıyorsun zaten, aferin…” diyen bir bildiri… Macron’un çenesini tutmasını sağlayan Brüksel Bürokratları Merkel’e de “Türkiye yanlısı” demeç verdirdikten sonra, yattılar kulaklarının üstüne. Ne zamana kadar? Yunanistan, Fransa’nın tahrikleri, ABD’nin teşvikleri ile yeniden feryada başlayıncaya kadar.
Yunanistan, ABD uçak gemileri, Suudi savaş uçakları ve bu arada Mora isyanının 200’üncü yıldönümü dolayısıyla gelen onlarca kutlama mesajıyla sarhoş, Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Josep Borrell’in Raporu’nun kibar diline takılmadı. Önceden sızdırılan ve Yunan gazeteleri eliyle açıklanan raporu “kimliği açıklanmayan” bir Yunan dışişleri uzmanına şerh ettirdiler. Uzman, yedi maddede bu raporun Türkiye’ye Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz aramamayı ihtar ettiğini, Libya ile “Deniz Yetki Alanlarının sınırlandırılmasına İlişkin
Bugün ve yarın toplanacak olan AB liderler zirvesinin ana konularından biri yine Türkiye. Birliğin Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in hafta sonu sızdırılan önceki gün de gayri resmi özeti açıklanan raporu AB ülkeleri dışişleri bakanlarının beğenisini kazanmış. O kadar ki Yunanistan Dışişleri Bakanı, raporun “Türkiye’yi girdiği olumlu istikamette tutacağına inandığını” ifade etmiş. Sayın Nikos Dendias öyle sevinmiş ki videosuna bakarsanız, kendisinin 32 dişinde hangi bir sorun olmadığını kolayca görüyorsunuz.
Diyor ki Sayın Dendias, “Yunanistan’ın ta en başta talep ettiği gibi, Borrell’in raporu, Türkiye’ye sağlanan teşvikleri ihtiva ediyor olmakla birlikte ona son birkaç yıldır takip ettiği tutumun devamı halinde bu olumlu bakışın ne yönde değişebileceğini de hatırlatacak yeni yaptırımlar da içermektedir.” Sayın Bakan zahmet edip, bu olumlu havayı değiştirecek olan unsurları da özetliyor: “Türkiye AB ile samimi iş birliğini sürdürmeli ve uluslararası hukukun ilkelerine uygun
Türkiye ve Ürdün’ün Suriyeli misafirlerinden dolayı karşılaştığı sorunları bilen birisi, ABD’nin güneyden, Meksika sınırından ülkeye dolan Hispanik mültecilerle baş etmekte çektiği sorunları kolayca kavrayacaktır. Trump, bu sorunu insani olmayan yasaklarla çözmeye çalıştı; ama sonra anası-babası ülkelerine iade edilmiş binlerce çocukla baş başa kaldı. Biden, Demokratların klasik yöntemiyle, “Herkese şirin görünen bir orta yol” bularak işin içinden sıyrılacağını düşündü. Şimdi, Meksika polisinin eline üç beş kuruş sıkıştıran, ABD gümrüğüne geliyor ve “Ben iltica etmek istiyorum” diyor. Bu kişilerin sayısı her gün, çoğunluğu 7 yaşından küçük, binlerle artıyor; yaşlılar geri çevrilse bile Amerikan çocukları kendi başına geri gönderemiyor; muameleler yapılınca kadar bakımevlerine yerleştiriliyor. Yeni Anayurt Güvenlik Bakanı, iltica isteyen çocukların hızla arttığını bunların işlemlerinin yapılmasının yıllar alabileceğini söyledi.
ABD’nin başına
Kıta sahanlığı, denize komşu ülkeler için bahçe demektir. Baktığınız zaman göze görünmez ama denize sahili olan ülkenin o sahilin denizin içinde ta denizin dibine kadar uzanan bir “duvarı” vardır. Bu duvarın nispeten düz olan üst kısmı ile dik olan kısmına hep birlikte “kıta sahanlığı” denir. Ayrıca ülkelerin, bu alanı aşan bir de münhasır ekonomik bölgesi vardır.
Şimdi nasıl sizin iki taraftaki komşunuz, birbirine su borusu, kanalizasyon hattı gibi bir şey çekmek isterse, kazmayı küreği alıp gelip sizin bahçeyi kazmaya başlayamazsa, İsrail ile Güney Kıbrıs ve Yunanistan, Akdeniz’de çıkartacakları gazı Avrupa’ya aktarmak için Türkiye’nin kıta sahanlığına boru döşemek üzere anlaşmalar imzalayınca, Türkiye’den izin alma zorunda olduklarını unuttular.
İyi niyetli bir yorumla “unuttular” diyoruz ama böyle bir şey unutulmaz. “Ya Türkiye izin vermezse?” diye düşünülüp, duvardan değil denizin dibinden geçecek ve dolayısıyla daha pahalıya mal olacak B