ABD’de, Demokrat Partililerin ve liberallerin (gerçi artık çoğu NeoCon oldu liberal de kalmadı) en büyük özelliği, nerede bir sosyal sorun görseler üzerine “kovayla para atmak” isterler. Ve tabii bu önlem her zaman ve her yerde işlemez.
Bir örnek hatırlatmak isterim. Yıllar önce başkent Washington’da “teenager” (13-19 yaşları arasında) gebeliklerinin anormal oranda arttığı görülmüştü. Evlenecek yaşta olmayan bu kızların içine düştükleri sorunla başa çıkmaları için liberallerin elindeki belediye meclisi, bu çocuklara çok yüklü olmasa da bir aylık bağlanmasını kararlaştırdı. Sonuç ne oldu dersiniz? Bir yıl içinde, 19 ve daha genç yaşlarda gebe kalan kızların sayısı 20 kat arttı!
Demokrat ve liberallerin gördükleri her sosyal sorunun karşısında mali itfaiyeyi çağırmasına karşılık, Cumhuriyetçilerin geleneksel tutumu ise “Halk yapsın… Devlet her şeye burnunu sokmasın!” diye özetlenebilir. Ancak tarih tanıktır ki bu belki de iyiniyetli, demokratik tutum
Herhangi bir İsrail gazetesi aynı hafta içinde art arda üç Türkiye aleyhtarı makale yayımlarsa ve sayfalarını bunlardaki yargıları destekleyecek sözüm ona haberlerle süslerse, bu dikkat çekici oluyor.
Ortak yurttaşlarımızın çokluğu, bunların gazete okuyucusu olarak ikinci vatanlarından haber alma ihtiyacının yüksek olması dikkate alınırsa, İsrail medyasının Türkiye’den düzenli haber vermesi son derece normaldir. Türkiye’de de medyada İsrail haberleri eksik değildir. Bu haberlerin çoğunluğu İsrail hükümetinin işgal altındaki topraklara ve Filistinlilere yönelik uygulamalarından kaynaklansa da bu ilgi uluslararası medya ilgisinden daha yüksek değildir.
Ancak belirli bazı İsrail gazetelerinin ve bu gazetelerdeki belirli yazarların Türkiye ilgisi standart habercilik ve yorumculuk ölçülerini aşıyor.
Nasıl ki bir Avrupa gazetesinin, “Türkiye Kürt yanlısı muhalefet partisini kapatıyor” diye başlık atması o gazetenin hatta ülkesinin Türkiye, AK Parti ve genel olarak İslam coğrafyasına ilişkin husumetiyle yorumlanırsa, belirli
Haberlerde “Katolik dünyası liderinin Irak’ı ilk ziyareti” diye okuyoruz ama Katolik Kilisesi, özellikle Irak’a ve genel olarak Orta Doğu’ya (kilisenin kullandığı isimle: Levant ve Mezopotamya”) hiçbir zaman yabancı kalmamıştı.
Papa Francis’in virüs salgını uyarılarına rağmen, Irak’ta adeta mekik dokuduğu gezisinden 7 papa önce, 1914’te göreve gelen ve 1922’de ölümüyle görevi sona eren 15’nci Benedict, sadece birinci dünya savaşına tanık olmakla kalmadı, Avrupa’nın ve Orta Doğu’nun temelleri atılan Paris Barış Konferansı’nı da baştan sona izlettirmişti. Papalığın esasen bir “Avrupa Devleti” statüsüne sahip olması, önce Paris’teki sonra Vatikan’daki yapıyı salt bir din-diyanet kurumu olarak görmeye engeldir; nitekim papalık daima uluslararası siyasette aktif olmasa bile önemli gözlemci, çığır açan önder rolü üstlenmiştir. Papa 11’nci ve 12’nci Pius’lar Nazilerin Musevi Soykırımı’nı açıkça lanetlemeyerek, bu vahşete bir
İnsan Hakları Eylem Planı olarak açıklanan 9 amaç çerçevesinde 393 uygulamayı içeren reform programına gösterilen ilk tepkilerden biri, bunun ülkenin kendi ihtiyaçları için değil, Avrupa Birliği’nin (AB) Türkiye ile ilişkilerini de ele alacağı mart zirvesi dikkate alınarak hazırlandığı yorumudur.
Açık söylemek gerekirse, 12 Eylül 1963 tarihli, Türkiye ile AET arasında ortaklık başlatan Ankara Anlaşması, 11 Aralık 1999 tarihli AB Zirvesi’nde oy birliğiyle Türkiye’nin aday ülke olarak kabul edilmesi kararı, 3 Ekim 2005’ten bu yana yapılan sayısız katılım müzakereleri ve en son Türkiye’nin Mavi Vatan’ını koruma kararlığı karşısında Türkiye’ye yaptırım uygulama alçaklığına varan AB’den, 393 madde değil, 3 milyon maddeyle bir insan hakları reformu bile yapılsa, bir şey çıkacağına inananlardan değilim. Ancak, AK Parti hükümetlerinin ve şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan yönetiminin 2005’ten bu yana hiç azalmayan bir şevk ve gayretle bu ortaklığı sağlama çabasına da hayran olmamak elde değil.
Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, S-400 meselesini “müfit ve muhtasar” (kısa ve öz) bir şekilde anlattı: “Bu savunma sistemi tehdit ve tehlikeye karşı ihtiyaç duyulduğunda kullanılır. Türkiye’ye karşı bir taarruz niyeti yoksa kimseye zararı yok.”
Aynı mantıkla devam edelim: Türkiye’ye saldırmazsanız, S-400’lerin varlığını bile fark etmezsiniz. Saldırırsanız, Türkiye kendisini S-400 ile mi, S-500 ile mi savunur, zaten önemi yok. Çünkü Türkiye’nin S-400’leri kullanması gereken bir an, tam bir felaket senaryosudur. Tam bir 3’ncü Dünya Savaşı’dır; tam bir Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkasların yeniden sınırlandırılması sürecidir. Türkiye S-400’leri kullanmak zorunda kalırsa, amiyane ifadesiyle, kim öle, kim kala anıdır.
Birisi, diyelim ki uyduruk bir PKK-bozması örgütün, sözüm-ona kantonundan, üç kuruşluk bir İHA, SİHA ile güney ve güneydoğu bölgemize bir saldırı oldu. (ABD’nin, geçen hafta Irak üzerinden, bu tür yapılanmaların olduğu sınırımıza yakın
İki açıklama: Dilimizde bazı sıfatların karşılaştırmalı üstünlük ve mutlak üstünlük belirten ayrı ifadeleri vardır: mühim, bir şeye göre önemli, ehem ise tek başına, mutlak önemli, en önemli, çok önemli demektir.
İkinci açıklama: Bu satırların yazarı, eşcinsellik ve cinsiyet değiştirme konusunda doktorların, psikologların ve dini önderlerin ne dediğine bakar; kendisi bir hüküm koymaya kalkmaz.
Mevzuya dönersek, ABD Büyükelçisi Sayın David M. Satterfield, önceki gün iki LGBT grubunun temsilcilerini kabul etti ve birlikte fotoğraflarını sosyal mecralarda yayınladı. Bu iki grup, temsil ettikleri bireylerin özgürlüklerini ve örgütlenme çabalarını güçlendirmek istiyorlar ve web sitelerinde amaçlarının “Üniversitelerde LGBT alanında ayrımcılıkla mücadele” olduğunu açıklıyorlar. Büyükelçi de sosyal mecralarda fotoğrafının altına “ABD, küresel ölçekte LGBT haklarını savunmaya kararlıdır. Her insan saygı ve itibar görmelidir” diye yazdı.
A
İtalya da sonunda “ideoloji-sonrası” akımına kapıldı. Bu akım, Trump’la başladı, Macron’la devam etti. Bizim yakından tanıdığımız, Ermenistan’ın Paşinyan’ı bu akımın ürünüdür. Siyasetlerine çok aşina olmadığımız, Slovakya’nın Meciar’ı, Venezüela’nın Chávez’i, Bolivya’nın Morales’i, Macaristan’ın Orban’ı da liberal demokrasinin vaz geçilmez ögesi olan siyasal parti olgusunu kenara iterek iktidara gelmiş kimi sağ, kimi sol popülistlerdir.
Mümtaz Soysal hocamız “popülizmi” halkçılık diye değil “halk dalkavukluğu” diye aktarırdı. Hele post-politics (siyaset-sonrası), bir partiye, onun iktidara taşımak istediği inançlar bütünü olan bir ideolojiye manzumesine dayanmayan popülizm, örneklerinde görüldüğü üzere, iş başına gelişi, işbaşında kalışı ve yeniden seçilme mücadelesi ile “Ne geçerli ise o! Nasıl kazanırsam öyle! Her şey mubah!” ilkeleriyle hareket eden oportünist bir harekettir. Bütün hareketleri
ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı Tony Blinken de yanında getirdiği sözcüsü Ned Price da Türkiye ile ilişkilerine yanlış adımlarla başladılar.
Bakan, daha bakan olmadan, Kongre’den onay almaya çalışırken yaptığı konuşmada “Sözde stratejik ortağımız Türkiye” ifadesini kullandı. Kongre’den onay almak için her türlü ifade mubah sayıldığı için fazla üstünde durulmadı ama bir kenara kaydedildi. Sözcü ise Boğaziçi Üniversitesi’nde bir öğrenci kulübünün, Kâbe görselini tahrif ederek, yere sermesine yöneltilen eleştirileri “Eşcinsel ve lezbiyen öğrencilere yönelik” olarak niteledi, ağır ifadeler kullandı. Price’ın son marifeti ise, birbirine arkadaş diyen iki kişinin bile normal bir sohbette söyleyemeyeceği, “Eğer”li ifadesi oldu: “Eğer mesele Türkiye’nin söylediği gibi 13 kişi PKK tarafından öldürüldü ise onları şiddetle kınıyoruz...”
Blinken’in, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nu telefonla arayıp, “Bu