Çok değil, 1983-93 arasındaki Özallı 10 yılı da dahil ederseniz, Türkiye’nin uluslararası şirketlere kafa tutmaya başladığı dönem 25-30 yılı ancak bulur. Tabii, “kafa tutmak” deyiminden, kişiler düzeyindeki tartışma ve çekişmeyi anlamamak gerekir. Zira Uluslararası düzeyde “niza” ülkeler arasında bile artık, hukuk ve görüşmeler yoluyla açılıyor ve hallediliyor.
Ama bu gerçeğin farkına varamamış uluslararası firmalar yok değil. Bunların sayısı dijital çağın başlamasıyla daha da artmaya başladı. Çoğu, eski kuşak işadamlarının deneyiminden mahrum, genç ve tecrübesiz, ama kazandıkları milyar dolarların verdiği ölçüsüz özgüvenle hareket eden dijital patronlar, sanıyorlar ki ülkelere, hükumetlere kafa tutabilirler. “Alırsan al, almazsan canın cehenneme!” diyebilirler. Çünkü bilişim teknolojisi (BT), sınır-gümrük-liman-polis dinlemeyen bir imkân ve bilgisayarınızı Internet’e bağlayan herhangi bir ülke vatandaşına, o ülkenin ne hükumeti ne polisi ne de mahkemesi
Sosyal medyaya meraklı değilseniz, Jack Dorsey’i tanımaya-bilirsiniz. Kullanıcı sayısı 300 milyonun üzerindeki 18 sosyal platform arasında sondan ikinci olan Twitter’ın (353 milyon kullanıcı) kurucusu Jack Dorsey, Facebook’un (2 milyar 700 milyon kullanıcı) kurucusu Mark Zuckerberg kadar tanınmadı. Ta ki ABD Başkanı Trump’ın ve onu destekleyenlerin iletişim hesaplarını tümüyle kapatıncaya kadar.
Dorsey’in adı Trump’ın mesajlarının “Bu doğrulanmış bir bilgi değil” gibi uyarılarla yayınlanmaya başladığında duyuldu. Trump, Nisan 2019’da Dorsey’i Beyaz Saray’a çağırarak, hukukçuların da bulunduğu kapalı bir toplantıda görüştü. Gazeteler Trump’ın sadece muhafazakârların mesajlarının uyarılarla yayınlanmasından yakındığını yazdılar. Dorsey ertesi gün Trump’a cevap verdi; Twitter’ın herkese hizmet eden, uygar bir tartışma ortamı olduğunu bildirdi.
Dorsey, 2010’larda o zamanki Başkan Obama’nın talebi üzerine İran kaynaklı mesajlardan özellikle rejim yanlısı olanlara engeller çıkartmaya başlamıştı. Dorsey daha sonra ABD
Yüzde 100 emin değilim, bu anonim sözün geri kalan bölümünün (“Yıkılıp gitti cihandan, dayansın ehli kubur”) mecazen de olsa Donald Trump’a uygulanabileceğine. Henüz tamamen, siyaseten ABD siyasal ortamını terk ettiğini söylemek için erken.
Emlakçı, kumarhane işleticisi ve sosyete mensubu Donald Trump’ın aklına başkan olma fikrinin, eski sinema oyuncusu, Kaliforniya Valisi Ronald Reagan’ın aday olması üzerine geldiği söylenir. Niyetini Reform Partisi’nden aday olmak üzere 1999’da açıklayan Trump, kamuoyu yoklamalarında hiçbir şekilde kazanamayacağının görülmesi üzerine bu sevdadan vaz geçer. 2004’te iştahı yine kabarır; ama kendisini tutar. 2008’de John McCain’i, 2012’de Mitt Romney’i destekler.
Bu üç seçimde aday adayı olmamasının tek sebebi kamuoyu yoklamalarında ne Cumhuriyetçi Parti içinde ne de ABD seçmeni nezdinde hiçbir şansı olmadığının anlaşılmasıydı. Ancak 2016 yılında, ABD’de siyasal ortam epey değişmişti. Bush ve Obama yılları, ABD
İsrail’den gelen haberler imrendiriciydi: Günde 1.5 milyon insan aşılanacak ve en kısa zamanda sürü bağışıklığı sağlanmış olacak. Sadece ABD’den değil, AB’den, Çin’den ve Rusya’dan İsrail’e aşı yağıyordu. 9 milyon yurttaşın tamamı 10 günde birinci dozu vurulmuş olacaktı. Üç aşağı beş yukarı diyelim; abartma paylarını düşelim, yine de etkileyici bir sonuç alacaktı İsrail!
Ama durun! İsrail’in nüfusu 8 küsur milyon. Ama ya İsrail yokken Filistin topraklarında oturan ama İsrail’in vatandaş saymadığı 3 milyon Filistinli ile, işgal altındaki topraklarda oturan 5 milyon 700 bin kişi? Peki, Kudüs, Gazze ve Batı Şeria’da oturanlar, işgal ve abluka altındaki yabancılar ve İsrail’in onları işgal altında tutmaya hakkı olmadığı gibi, aşılamaya da zorunluğu yok diyelim. Peki ya uygulanan abluka, limanlarına yabancı gemi yanaştırmama, yanaşacak gemilere zorunlu arama-tarama uygulamasının hukuku var mı?
Sonuç olarak, İsrail’in şu andaki tutumu bir “Aşı ırk ayrımı” (vaccination apartheit) değil mi?
Gazze bugün bir açık hava hapishanesine
Diaspora kelimesi, bir bölgeden başka yerlere yayılmış etnik parçalara deniyor. Sık kullanıldığı yer ise üç kere kurdukları krallıklar parçalanmış ve Orta Doğu’dan dünyaya yayılmış Musevi halk içindir. Dünyanın hemen her köşesinde bir “Musevi Diasporası” vardır. Türk diplomatlara karşı Asala teröristlerinin faaliyette olduğu ve 31 büyükelçi ve Dışişlerimizin diğer mensuplarını katlettikleri sırada “Ermeni Diasporası” da sık söylenir ve duyulurdu.
Karabağ’daki 30 yıllık işgalin kaldırılması ve Azerbaycan topraklarının kurtarılması sonrası, yeniden Ermeni Diasporasının adı duyulmaya başlandı. Şunu açıkça söylemek gerekir: 1890’larda ABD’ye yerleşmeye başlamış olan bir buçuk milyon Ermeni kökenli Amerikalıdan para sızdırma çabasındaki birkaç dernek olmasa, Azerbaycan, Gürcistan, Türkiye ve İran’la sınırları bulunan ülkelerinde 3 milyon Ermeni, bölgenin en müreffeh, en huzurlu halkı olurdu. Ne uyduruk tarihlerle avunmaya ne hayal bile olmayan gelecek rüyalarıyla oyalanmaya
Yeni yılla, daha doğrusu ocak ayının 20’si itibarıyla ABD’de, dolayısıyla dünyada Trump fırtınası bitiyor ve Biden fırtınası başlıyor. Trump, dört yıldır uyguladığı “halk dalkavukluğu” siyasetiyle, Çin’in büyümesini durdurmaya, Türkiye-Rusya dostluğunu sabote etmeye ve İsrail’in zorla işgal ettiği toprakları ilhak etmesine çalıştı. (Bir parantez açalım: 2. Dünya Savaşı sonrası dönemin uluslararası hukuku ortada olmasa, Türkiye, iki savaş arasında en ahlaksız yollarla elinden alınan Misak-ı Milli topraklarına ve Ege Adaları’na çoktan kavuşmuş olurdu.)
Günümüzde “Benim atom bombam var!” veya “Uluslararası para muamelelerine ve internete ben altyapı sağlıyorum!” diye korsanlık argümanları ile başkasının toprağına çökülmüyor. “Çökülmüyor” diyoruz ama bakın İslam İşbirliği Örgütü’nün oy birliğiyle kınama kararına rağmen, Arap ülkeleri İsrail’i tanımak için sıraya girmiş bulunuyorlar. Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan’ı,
Gerçekten bir Internet Devrimi mi idi? Gerçekten yoksulluk ve ümitsizlik Arap halkının canına tak mı etmişti? Gerçekten Arap krallarına, emirlerine ve diktatörlerine karşı bir demokratik halk ayaklanması mı idi? Gerçekten ayaklanma mı idi?
Evet gerçekten milyonlarca Arap sokağa dökülmüştü; yakıp yıkıyor, kırıp döküyordu. Mektup yollama ve telefon aboneliğinde dünya listelerinin sonunda olan bu insanlar, Internet üzerinden örgütleniyor, SMS ile haberleşiyor, bir kent içinde değil, koca ülkelerin içinde, hatta Afrika’nın bir ucundan ötekine, ülkeler arasında eşgüdüm sağlıyorlardı.
Bu gösterilerin sonunda Mübarekler, Kaddafiler, Bin Ali’ler yıkılıyordu ve yerlerine gelecek kişileri belirlemek için seçimler yapılıyordu.
Bu işin bu kadar “düzgün” oluşu, bırakın planlandığı gibi gitmesini planlanıyor, düzenleniyor, başarılıyor olması bile en baştan beri bütün olaylar dizisini bazı kişilerin gözünde “şüpheli” kılıyordu.
Ben de onlardan biriyim. Orta
David Montefiori, Duke Üniversitesi, Tıp Fakültesi’ne bağlı Aşı Merkezi’nde çalışan bir aşı uzmanı. Merkez olarak üzerinde yoğunlaştıkları konu, HIV (İnsan Bağışıklık Yetmezliği Virüsü) için aşı geliştirmek. SARS ailesi de yabancıları değil; daha bizler SARS-CoV-2 adını bile duymamışken, onlar koronanın RNA’sındaki 29.903 dizinin (codon) her birini ismen tanıyorlardı. “Tanıyorlarmış” demek daha doğru; çünkü bunun böyle olduğunu ben de şimdi öğreniyorum.
Dr. Montefiori, kendisi gibi HIV aşısı üzerinde çalışan ancak mikroskoplarla değil elde edilen verilerle bilgisayar modelleri geliştirerek, virüsleri tanımamızı sağlayan, Los Alamos Ulusal Laboratuvarı’nda çalışan Dr. Bette Korber’e, geçen temmuzda bir mektup yazıyor ve koronanın insan hücresine girmekte kullandığı (resimlerinde kırmızı olarak gösterilen) çıkıntının RNA’sında 614’üncü amino asidin “alarm verici bir hızla glycine ile değiştiğini” bildiriyor. Bu “alarm verici” (“alarming”) kelimesini kaydedin lütfen.
(Bu