Korku, bir tür çatlaktır. Zamansızca ruhu kemiren, kemirdiği ruha çaresizliğe aşılayan, hafızaları bulanıklaştıran, yalanlar yaratan, değişim ihtiyacına saldıran, sözü anlamsızlaştıran, kişiyi bambaşka bir hale getiren ve daha da acısı kişiyi olduğu kişiden farklılaştırandır. Egemen akılların toplum nezdinde önemli bir kesime etki ettiğini de düşündüğümüzde, bireysel ya kitlesel halde gerçekleştirilen eylemlerin nötrleşmesini sağladığı apaçık. İçinde bulunduğumuz çağ için korku çağı diyenler de oldu. Bu tanımlamaların tümünde, korkunun nesnesi egemen akıllardı. Kadınlar, işsizler, muhalifler veya hak talep eden herkesi içine çekerek genişledi. Bugün ise herkes bu çemberin dışında kalmak için var gücüyle elinden geleni yapıyor. Hem de korkuyla, çaresizlikle, yalanlarla, farklılaşmalarla...
‘Korkular Bulaşıcıdır’
Bireysel korkuların bulaşıcılığı en nihayetinde kitleleri de derinden sarsar. Benlik denilen olgu, akılların baskısından kurtulmaya çalıştığında ise olan olur. Farkındaysanız, bu sayede otoriter birtakım unsurların devreye girdiğini düşünenler sayıca hiç de az değildir. Nihayetinde manipülasyon malzemeleri üretmek kadar kolay bir şey yok. Bundan doğacak hareketle;
Siyasette bir amaca varmak için bütün araçların kullanılmasını meşru sayan görüşe Makyavelizm denildiğini biliriz. Bu teori o kadar geniş bir yelpazede kendine yer buluyor ki; dünya üzerinde bu kavramın birçok insan için farklı tezahürlerinin olduğunu da görürüz. Hatta ideolojik görüş olarak benimseyen kimselerin de var olduğunu da söylemeden geçemeyiz. Günümüzde dahi bu teori birçoğumuz için birçok farklı varyasyonlarıyla var olabilir.
Evrensel bir görüş olarak vücut bulması Ünlü İtalyan siyaset adamı, yazar ve tarihçi Niccolo Machiavelli'nin geliştirdiği teori olarak tarihteki yerini almıştır. Bu teori, siyaseti ahlaktan ayıran ve her türlü ahlak kuralını hiçe saymaya dayalıydı. Bu sebeptendir ki; dürüstlük ve ahlaktan yoksun siyasete Makyavelizm denmesi kabul edilebilir bir durum olamaz. Dönemin parçalanmış İtalyası’nı kurtarabilmek adına hükümdarlara yol göstermek için kaleme alınan ‘Hükümdar’ adlı kitabında siyaset
Yalın hayat düşüncesini hayatıma entegre etmeye çalıştığım ilk zamanlar oldukça karmaşık bir sistem içerisinde yaşadığımı fark etmiştim. Bu farkındalığımın sebebi düzen kurma ve düzenimi korumaya yönelik yaptığım rutin davranışlarımdı. Zamanla bu karmaşanın içerisinde düzen kurmakta zorlanmış; kurduğum düzenin egale edecek her şeyden kaçındığım bir döneme girdiğimi anlamıştım. Halen de çıkabildiğimi söyleyeceğimi ifade etmeliyim.
Bu düzensiz yaşam akışı içerisinde düzenli bir yaşam kurma düşüncesinin bir düş olduğunu bilmek belki de ilk handikapımdı. Nitekim yalın yaşam ve yalın düşünme kavramıyla ilk tanışıklığım bir akademide aldığım ''Yalın Yönetim ve Verimlilik'' adlı ders sayesinde olmuştu. Akademide, Leonardo Da Vinci’nin çok ünlü sözü bir kitapçığın içerisinde şöyle yazıyordu; “Basitlik, karmaşıklığın son noktasıdır.'' O gün benim için hayatımın dönüm noktasıydı. İlk metamorfoz anım da buydu diyebilirim.
''Kargaşada Düzen''
Çevremizdeki her şey oldukça karmaşıktı. İç içe giren hayatlarımız aynı noktada farklılıklarını yitirerek birleşiyordu. Karmaşanın içerisinde yalın, sade, hafif ve dingin yaşamak için çok alan yoktu. Fakat bu kesişimimiz bizi daha berrak, ferah ve derin bir
Hiyerarşi sistemi, organizasyon yapısında yer alan kişilerin alt-üst ilişkilerini, görev ve yetkilerine göre sınıflandıran bir sistemdir. Kısaca sistemin özünde; yapılan işin bir üst görevdeki kişi tarafından denetlenmesi, kontrolü ve onaylanması bulunuyor. Tabii durum bu kadar kolay ifade edilemeyecek kadar derin; derin olduğu kadar da sığ. Hatta o kadar gariptir ki; eski ordu mensupları emeklilik dönemlerinde bile eski askerlik hiyerarşisini sürdürmeye gayret ederler. Yani zamanla yok olması muhtemel görünmeyen, bazı kişilerde hastalık boyutuna eren bir evre de denilebilir.
Eski ordu mensubu birey yalnızca bir örnekti. Bu fikirden meydana gelen hareketleri adlandırmak zor olsa da toplumsal hiyerarşiyi belirsiz bir düzen işleyişiyle bir arada tutan ya da tutmaya çalışan, egemen kesimin gölgesinde yaşamaya mahkum eden ya da etmeye çalışan bir güruh tarafından dayatıldığını söylemek gerekli. Toplumu yönetenler, politikacılar veya yüksek memurlar, bugün vatandaşlara göre daha güçlü kabul ediliyor. Bu düzenin varlığı kabul edilmese de yokluğunun da sınıfsal sorunlar doğuracağına inanılıyor. Bugünün modern toplumlarınının dahi yakasına yapışan bu olguyla ilgili olarak geçmişten
Günlük yaşantımızdaki kent problemleri, ekonomik buhranlar, asayiş ve nice birçok problemden ötürü çözümlenmemiş ruhsal çatışmaları yaratıyor. Şüphesizdir ki; tüm bu sorunlar hayatta kalma güdüsüyle birleştiğinde ise bireyler için büyük bir sıkıntı kaynağı gibi görünür. Genelde bu kişiler çoğu kez birbiriyle bağdaşmayan iki ya da daha çok amacın peşinde koşar ve amaçlarında hayal kırıklığına uğrar. İdeal imgelerin peşinde koşarken basit hedefleri de kaçırabilir. Ya da hayallerinden vazgeçerek gerçekliğin içine dalar ama çıkamaz.
Bu paradokslar hedef yoksunluğunun veya uygunsuz hedeflemelerin sonucunda belirir. Bazı kişiler amaçları doğrultusunda aşırı kararlılık gösterse de candan ve mutlu oldukları izlenimi vermek zorunda da kalabilir. Çeşitli rollere bürünmeleri ruhsal bir bütünlüğün eseri olmaz ve tüm bunlar kendi içerisinde umutsuzluk, özsaygı eksikliği ve/veya özgüven eksikliği gibi birçok içsel çatışmayı doğurur. Fakat kişi, bu gerçeklik algısından ruhsal olarak kendini en az zararla korumaya çalışmasına rağmen başaramıyorsa bu kendisinin sorunu mudur?
Kısmen öyle denebilir ama çatışan ihtiyaçlar ve dürtüler, kişiliğin bazı kısımlarının baskılanıp, gölge altında kalması da
Türkiye entelijansiyasını bilgiyi yaygınlaştırmak ve toplumların değerlerini ifade etmek olarak tanımlayabiliyor olsak da bu izahın oluşmasında yeterince bulguya sahip olmadığımızı itiraf etmemiz gerekir. Fakat bunu tam anlamıyla anlıyor olabilmek için günümüz entelektüellerini bir süzgeçten geçirmek gerekiyor. Halen anlayamıyor olmamızın sebeplerinden biri de belki böyle bir aydınlar topluluğunun artık fiilen var olmamasından kaynaklı olmasıdır. Nihayetinde tekelleşmenin her bir yana yerleştiğini görüyor olduğumuz günümüzde, aydın bir kimliğe sahip olmanın ilk şartında muhalif olmak ya da muhalif gibi görünüyor olmak yatıyor. Bu durum hatırı sayılır bir güruh tarafından kabul görüyor.
Tanzimat sonrasında da Cumhuriyet dönemine bakıldığında da bugünkü Türkiye entelijansiyasının o dönemki yansımalarına erişebiliriz. O dönemde eğitimden ekonomiye, sanatın tüm dallarından tutun da siyasete varana dek birçok alanda güç sahibi olan bir yapıydı. Fakat günümüzde edinilen, kabul gören ve çizilmiş sınırlar dışına çıkan entelektüellerin ise işinin zor olduğu bir gerçek. Bu sınırları domine eden ve aksi yönde gerçekleştirilen sanatsal veya yazınsal çalışmalar sonucunda meydana gelen otonom
Bugün binlerce gazete, yüzlerce televizyon kanalı, onlarca dergi Türkiye'de kentler ile ilgili hepimizin bildiği sorunları merceğine aldı. Şehirleşmenin büyük sorunlarla karşı karşıya olduğunu ya da kentlerin karşılaştığı en büyük sorun göç sorunu olduğu söylendi. Kalıp sözler ya da bilindik çözüm önerileriyle bu konuya yaklaşım sağlandı. Bu çevrece kasaba ve köylerden kentlere olan göç hızla devam etmesi en temel sorunumuzmuş gibi gösterildi ama kentlerin belleğini yitirmesinin sebebine dair yaklaşımlar bence çok da yeterli değildi.
Hatırlatmak gerekir ki; kentler de insanlar gibidir. Gelişimini kök saldığı toprakların ruhundan alır. İnkar ya da gözardı edilebilir fakat coğrafyanın kader olduğu gerçeği kesinlikle bir şehir efsanesi veya bir safsata değildir. Çünkü bırakın bireyi, kentlerin de kaderlerine mahkum bırakıldığını söyleyebilecek kadar çok argümanımız var. Beşeri veya fiziki faktörler ya da gelişen fonksiyonel özellikler neticesinde kent içerisinde yaşayanlar kadar, kentler de fiziki niteliklerine göre şekillenmeye başladı. Evet, zaman değişir, değiştirir, kılıktan kılığa girer ama ''kentin insana anlattığı birçok şey bulunabilir'' diyebilmek için bazı sosyolojik,
Geçmişe bakıldığında toplum, içerisinde statünün doğuştan getirdiği özelliklere bağlıydı. Hint kozmolojisinde insan piramidinin en üstünde yer alan brahman veya köle sınıfından gelmek sosyal statüyü belirleyen ana etkenlerdi. Çağ değişti, günümüz dünyasında bazı şeyler ise revize edilmeden güncelliğini korudu. Terimler ve bireylerin tüm hayatını şekillendirmeye yarayan tüm sıfatlar değişti ama bu tür metaforlar nedense hiç eskitilemedi. Hatta gün geçtikçe kendini daha bir yeniledi. Rol karmaşası denilen bir olgu sebebi ile de şu an dahi bireyin toplum içerisindeki yeri o kişinin statüsünden besleniyor. Bu açıdan bakıldığında statü, bir kişinin toplum içerisindeki konumunu ve kim olduğunu gerçekten de belirtir mi?
Toplum içerisindeki tabakalaşma süreci, en temelde insanoğlunun bir arada beraber yaşama güdüsüyle ortaya çıkan bir kavram olarak öne çıkıyor. Toplumların temelinde yer alan katmanlaşma ise farklı şekiller ve farklı normlarda gözle görülür bir hale evriliyor. Buna göre tabakalaşma, toplumun sosyal yapısından bağımsız değil. Göreceli bir kavramdan da söz etmediğimizi hatırlatırsak, sosyal tabakalaşmada hiçbir tabaka diğerinden kesin çizgilerle ayrışması da söz konusu