Sosyal uyum neticesinde, çevremizdekilere entegre olmak ve/veya onlar gibi hareket etmek, birtakım davranışların ortak hale gelmesine neden olabilir. Bu da normal karşılanan bir durum. Fakat tüm bu süreçler, bir başka açıdan etrafı bireyin dünyayı algılama biçimini uyum sağlamak amacıyla şekillendirebildiğini gösterir. Kalıcı olmadığı gibi, kısa süreli bir heves olarak algılanabilmekte ve çoğu zaman da öyle olduğu gözlenebilir derecededir.
“Tipolojik Benzerlikler”
Tektipleşmenin ikircikliğiyle homojenize olan davranış arayışları içerisinde olmak, ideal bir davranış modelini meşrulaştırabilir. Tüm bu kabul görme esasları gerek psikolojik gerekse genetik faktörlerle birleşir ve çevresel koşullarla değişirse de bireyler ‘farklı’ olarak algılanabilir. Fakat nedir bu farklılık? Farklılıklar gerçekten bireyi etkiliyor mu? Yoksa ‘farklı olmak’ etiketi yerine ‘farklı olduğunu sanmak’ daha yerinde bir tanım mı?
İşte buradaki en gerçekçi davranış, gerçek anlamda biçimcilikten geçip geçmediğini bilmekte yatıyor. Çünkü neden farklı olduğumuzu ya da neden farklı olarak görüldüğümüzü anlamamıza yeterli olacak belki de tek argüman bu. Tuhaf ya da anormal bir hisse kapılmaktan çok, davranışlarımızın
Etiğin temelinde değer sorunu yer alıyor. Çünkü etik dışı bir değer sorunlu olarak kabul ediliyor. Bir birey, her eylemde karşısındakilerin değerini koruyacak biçimde eylemde bulunabileceği gibi, insan olarak değerine zarar verecek biçimde de eylemde bulunabilir. Bunun için her eylem biçilen değerle ve değer biçilen şey ile ilgilidir. O halde değer nedir veya daha da kapsamlı bakmak gerekir ise, bir şeyi değerli kılan ne olabilir?
"Değer Biçimi"
Bu durumda benim aklıma ilk gelen şey müzayedelerdir. Açık arttırmayla satılmakta olan bir şeyin değerini belirleyen etken, en yüksek değeri veren kişiye bağlı olarak işler. Çünkü müzayedenin de her şey gibi kendi usulleri vardır. Biri o şeye beş lira verebilir. Bir diğeri ise o rakamı beş yüz lira vereceğini tebliğ ederek, o şeyin değerini kendince biçebilir. O an bir başkası için sıradan görülen şey birden değerli olabilir. Bu durumda da görüldüğü gibi, bir şeyin değeri, yine o şeye biçilen değer ile ölçülebilir.
Dolayısıyla, bir şeyin değeri ona yüklenen anlamdan kaynaklanıyor. Değerler onlara anlam yüklendiği, anlamlı görüldüğü için değer kazanır. Bu, insan için de böyledir. Fakat bu anlayışta iki olgu çok önemlidir. Nitekim, hiçbir şey
Çevremize kayıtsız kalmak, toplumu aşağılamak, durmaksızın bir şeyleri eleştirmek ve hayat boyu süren yıkıcı bir düstur edinmek bugünlerde popüler olan bir kişilik rahatsızlığıdır. Bu en azından benim için öyle. Kabul görür ya da görmez ama toplumu yargılamak, yalnızca bireyin kendisini yüceltmesine yarar. Veya yücelttiğini sanmasına...
Hiç şüphesiz, benmerkezcilik zor bir durumdur. Dünyanın kendi çevresinde döndüğünü düşünen ve düşündürmeye meyilli olan, kişilerin etrafında kurduğu çemberden istediği zaman içeri alıp, istemediği zaman çıkarn, karşı taraftan fedakarlık bekleyen ama kendisinin çok küçük bir özveride dahi bulunmayı akıl edemediği bir durum. Çünkü isteği kendi çıkarlarına uyan herkes ile yakın ilişkiler kuran bireyler, yine kendi isteğiyle birlikte yalnızlaşır. Bu durum bireyin bencilliğiyle yarattığıdır.
Çevresine karşı dahi görünür ama yalnızca bir illüzyonisttir. Kendi içerisinde bir dinamiği bulunmasa da gerçekdışı bir hayal ile kendi kimliklerini aramaktan başka bir şey yapmazlar. Değişkenlik gösteren duygularıyla kişisel çıkarları için insani ilişkileri yerle bir edebilir. Bu, bireyin sosyal zekasının da bir ürünü olup, insan ilişkilerinde başarısız
Fransız yazar Denis Diderot, ataerkil sistemin despotizmi beraberinde getirdiğini ve kadınların bu sistem içerisinde haksız yere muamele gördüğünü söylüyordu. Nihayetinde feminizmi, erkekler için de var olduğunu söylemekten çekinmiyordu. Bu kavram Türkiye’de yıllardır devam eden feminizm tartışmalarını ölçülü bir bakış açısıyla bütünleştirememesi sebebiyle sürekli olarak boyut atlıyor.
Hiçbir zaman tam olarak yerine oturtulamamış fikir ayrılıkları neticesinde, birçok kavramın ve ideolojiyi oluşturan öğelerin yanlış anlaşılmasını sağlayan bulgulara rastlayabiliriz. Bu bulguların oluşması için de bazı bilinçsiz feminist grupların ithamları ve izledikleri yanlış politikalar başı çekmekte. Nihayetinde kavram da kavramın savunduğu görüşler de aynı fikre sahip topluluklar için fikir ayrılığı yaratıyor. Feminizm politik bir görüş haline geliyor ve savunduğu sav ile çelişir hale geliyor. Çünkü en basit tabiriyle feminizm, cinsiyet fark etmeksizin bir cinsiyeti diğerinden üstün kılan düşünce yapılarını kırmaya çalışan, herkesin eşit haklara sahip olduğunu savunan bir görüşken; feminizm kadın üstündür diye bağıran, erkekleri düşman gören bir görüş olarak yankılanıyor. Feminist bireyler bu
Hayata gözlerimizi ilk açtığımız andan itibaren çevremizi, dünyamızı, bizi biz yapan etkenleri ve pek daha fazlasını algılarız. Bu algılar bize bir zaman sonra külfet olmaya başlar. Küçük ya da büyük olması farketmeksizin birçok sorunla karşı karşıya geldiğimizde ise bilincimizin bir ürünü olan hayatı yaşadığımızı farkederiz. Bu olgu "hayat" adı altında benliğimize yapışıp kalır. Gerek dün gerek ise bugün ve hatta belki de yarın geçmişteki yaşantımızı, bugün yaptıklarımızı ve gelecekteki planlarımızı şekillendirir. Fakat toplumsal birikimlerimizi nasıl oluşuyor?
Toplumu anlama, bilincimizin yol haritasındaki ilk kesişim noktasıdır. Nitekim bilincimiz, en başta davranış, algı ve duygularla inşa edilir. Dinamiğindeki parçalarla bir bütünü oluşturmak da toplumu harekete geçirebilmek için de geleceği planlamakla başlayan bu olay, bireyin kendini var etmesine ön ayak olmaya değin uzayıp gidiyor.
"Toplumsal Bilinç ve Toplum Dinamosu"
Türkiye toplumu, ekonomik ve sosyal düzeyi belirli bir noktaya erişen ve eskiden iç içe
Yaşamlarımız her dönem farklı bir döngüye girer. Ekonomik, iktisadi, sosyolojik ve psikolojik sebeplerle kısa ya da uzun vadede yaşamlarımızı etkilediği de görülür. Sebepler ve sonuçlar arasındaki bu kırılım, tahlili zor bir süreci başlatır. Mutluluk ya da mutsuzluk de bu noktada geleceği şekillendiren, aile yapılarını kuran, kısacası; toplumun var olmasını sağlar. Peki, nasıl? Mutluluğun asıl sebebi nedir? Veya mutsuzluk yalnızca ekonomik sebeplerle mi alakalıdır?
Güney Kaliforniya Üniversitesi ekonomi profesörü Richard Easterlin, mutluluğun ekonomiyle olan ilişkisine dair bir teori ortaya sunmuştu. Bu teoriye göre mutsuzluğun hem psikolojik hem de ekonomik sebepleri var. Bu iki bilim dalının da pek çok kesişim alanı bulunması bu savını destekledi. İlki, insanın paraya sahip olma tutkusu, ikincisi ise tüketim yapmanın mutlu edeceğiydi. Veya bu durumun insanı bunu düşünmeyi sağlaması da diyebiliriz.
'Easterlin Paradoksu'
Günümüzde bu teorinin kabulü için kişinin neye sahip olması gerektiğini anlamak ise halen değişkenlik gösterebiliyor. Herkes kendi hayatından
Fikirlerin gelişmediği, bireylerin özgürlüğünü edinemediği, düşüncelerin açıklanamadığı ya da muhtelif sebeplerden ötürü toplumsal dayatma had safhaya ulaşıyor. Bu da bireyin hayatına empoze edildiğinde iptidai toplumlar oluşuyor. Kültürün, geleneklerin, kişisel sayılabilecek doğruların toplumsal etkileri de farklıdır. Kabul gören doğruların kitlelerinin etki alanına girdiğinde toplumsal dayatmalar oluşur; çoğu zamanda da iyi niyetli eylemler bile sırf bu baskıdan dolayı meydana gelir. Bu acınası kalıplar, toplumun büyük bir kısmını içine alır. Bu kalıba dahil olmayanlar ise toplum baskısının üstesinden gelmek zorunda kalır.
Bireyleri bir şekilde etkisi altına almış olsa da kabul görüyor olma sebebi bilinmez. Fiziksel görünüm, medeni hal, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel değerlendirmeler, hatta kıyafete varan geniş bir yelpazede insanı dışlar. Çünkü çoğunluk tarafından benimsenmiş olması bazı yanlışların diğer bireylere benimsetilmeye çalışılmasıyla kendisini hissettirir. Düşünceyle başlar, davranış biçimleriyle devam eder ve en nihayetinde dayatılarak benimsetilmeye çalışılır. Bu, bireyin toplum karşısında verdiği en büyük karşıtlıktan ilkidir.
Sosyalizasyon süreci geçiririz. Bu
Tarihin sayfalarını karıştırdığınızda karşılaşacağınız şeyler çok da farklı sayılmaz. Yer ve mekân, kişi ya da kurumlar değişse de her dönem bir sonraki dönemin gölgesi altında kalmaktadır. Türkiye'nin her geride kalan yılı bir kargaşa ve karmaşa içerisindeydi. 1960 ile 1970 dönemi tüm dünya için karmaşıklaşma anlamına eşdeğerdi. Dünya özgürleşiyor, sosyal devrim Amerika’dan yükselerek dünyaya yayılıyordu. Kadın hareketleri, siyasi değişimler, savaş ve benzeri bürokratik hamleler şu dönemin yol haritasını çizdi.
1980 ile 1990 dönemi de içerisine Sovyetlerin dağılması ve Körfez Savaşı ile başlayan 1990’lı yıllar yalnızca dünyada değil Türkiye’de de pek çok siyasi ve toplumsal gelişmeyi beraberinde getirdi. Bu on yılın içerisine suikastlar, koalisyonlar, muhtıralar, uluslararası krizler sığdıran Türkiye, 2000 yılından bugüne değin de tüm zaman dilimlerinde birçok kabuk değiştirdi. Her biri birbirinden farklı dönemler olsa da bir açıdan benzerdi: Türkiye, hep karmaşıktı. Karmaşıklığının sebebi hiçbir zaman bilinmedi. Jeopolitik ya da coğrafik şartlar olduğu söylendi ama daha nice bir dizi sorun ile yüzleşmek zorunda olduğumuzu ifade etmekten de çekindik.
‘Sular Durulmadı’
Yaşanılan her