Suç, toplumlarda bireylerin arasındaki ilişkiyi zedeleyen, dayanışmayı zayıflatan, geniş bir açıdan bakıldığında ise toplumun sosyal yapısını zarara uğratan bir problem olarak algılanır. Bu kavramın insanlık başlangıcından günümüze dek çeşitli formlarda kendini gösterdiğini de düşündüğümüzde suç işleme ya da suça meyil etme durumu sıklıkla kendini var kılar. Peki, birey, neden suç işler ya da suç işleme potansiyeline yaklaştıran motivasyonu nasıl edinir?
Suçlu olduğu iddia edilen veya suçlu olduğu kesinleşen bir bireyin motivasyon kaynağını irdelediğinizde, suçun mevcut potansiyel ile meydana geldiğini görebiliriz. Karşımıza çıkan argümanlar kişiden kişiye değişiyor olsa da suçun temelinde olağan bir akış mevcut. Bu durum olaylara paralel bir şekilde gelişirken, suçu işleyen birey nezdinde haklı gerekçeler olabilir. Çünkü her suç, kendine özgü sebepleri içerisinde barındırırken, terazinin bir ucunda sonuçlar diğer ucunda ise katılımcısı bulunur. Bu bir sosyal vaka olduğu kadar, toplumda yer arayışı veya bireyin kendine özgü güdülerin ayyuka çıkmasıyla alakalı da olabilir. Bir cinayet ya da hırsızlık suçunu işleyen bireyin motivasyonu birbirinden tamamen farklıdır. Bu açıdan
“İnsan, sosyal bir varlıktır” terimine tam anlamıyla katılmıyor olsam da belki de bir bakıma haklılık payı bulunabileceğini düşünebilirim. Fakat duygusal bağlamda kapı duvar bir gerçeklik algısı yanı başımızda duruyorken, bu düşüncenin varlığı dahi büyük ölçüde bir tehdit durumudur. Bu bağlamda insan, var olma hissine alışkın ve yok olma ihtimaline uzak bir yaşam sürdürüyor.
Hiçbir tehlikenin olmadığı, her şeyin olağan bir şekilde geliştiği ama mantık dışı korkular nedeniyle tehlikede hissetme hissinin nüksetmesi normal mi? Veya çeşitli sorunlarla cebelleştiğimizde veya endişe duyup korkularımıza yenildiğimizde olacaklar bizi tenkit edici oklara maruz bırakır mı?
Elbette varoluşu gereği insan, çeşitli öncelikleri sebebiyle korkuya kapılan, endişe duyan ve bu güdülerle yaşamaya alışan bir profil çiziyor. Endişe rahatsızlığıyla ilgili verilere bakıldığında her yirmi kişiden biri bu tanıya mahzar. Çoğu kez yetişkinlik döneminde bizlerin yakasına yapışıp silkelese de çok önceki dönemlerde de kendini var edebiliyor.
Zaman zaman endişe duygusunun kabarması olağan ama endişe bir rahatsızlık olarak atfedilse de korkuların düzeyi gündelik yaşamlarımızı büyük ölçüde aksatacak hale gelene dek
Mutluluk, ne tartılan ne de ölçülebilen bir olgu değil. Kimi insanlar başına gelen tüm kötü olaylar silsilesini olgunlukla kabul edebiliyorken, bazı insanlar ise bu yükün altında ezilip, bükülüyor. Bu, bana hayatın elinde bir kamçı olduğunu ve sadist zevklerden hoşlandığını düşündürüyor olsa da yine de bazen gelecekte yerine ödüller bırakan küçük, masum birer hisler açmazı gibi de geliyor. Size de öyle geldiği oluyor mu?
Aristotoles, mutluluğun hissedilebilir bir durumdan ziyade bir hayat tarzı olduğuna inanır. Nietzsche ise mutluluğu ideal tembellik durumu olarak görüyor. Schopenhauer ise mutluluğu hayatın doğasına aykırı bulur yaşama mutlu olmak için gelindiği şeklindeki yanlış önyargının yol açtığından bahseder. Bu durumda, mutluluğun kavramsal açıdan değişken olduğunu anlamak olasıdır ama daha muhtemel bir şey de mutsuzluğun olağan bir durum olması mıdır?
"Rasyonel Mutluluk"
Düşününce her biri birbirinden belki de farklı bakış açıları yaratan fikirler ama oysa her birine verilebilecek tüm cevaplar daha komplike bir hal yaratabilir. Belki de söyleyeceğim subjektif bir şey olacak ama rasyonel mutluluk, gerçek olamayacak kadar değişkendir. Çünkü yaşadığımız toplumda mutluluk, bir
İnsan, doğası gereği sırların peşinde koşar. Yaşamını sürdürmek için bu giz peşinde ömür çürütür. Çözmeye çalıştığı gizem, parçası olduğu hayatın ta kendisidir ve yaşamı daha anlamlı hale getirme çabası neticesinde kendini tanıması gerçekleşir. Çünkü insan ancak düşünceyle kendini tamamlar ve gerçekleştirir.
Düşünmek eylemini irdelersek; bilgileri incelemek, karşılaştırmak ve aradaki dinamikten yararlanarak fikir üretir diyebiliriz ama zihinsel yetiler oluşturmak çeşitlilik gerektiren bir olgu olmasının yanı sıra, bu yaratım arayışın nihai sonucunda düşüncelerin ilerleyişinde değişiklikler olur dememiz de gereklidir. Düşünce bu nedenle incecik bir ip üstünde yürümekle eşdeğerdir. Yalpaladıkça denge kaybolur. Denge kaybolursa da yer çekiminin kuvvetini bilir hale geliriz.
Düşünceler de çeşitlilik içerdiği için iki grupta değerlendirilir. İlki; hiç şüphesiz yaşanılan deneyimden ders çıkarma safhasıdır. Feyz alma sürecini izleyen şey ise kişiye kattıklarından oluşur. İkincisi ise deneyim sonrası hayıflanmak olabilir. Çünkü eksilen noktalar ele alındığında “sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer” tanımına erişiriz. Yani düşünce son derece sübjektif bir kavram olsa da keyfi çıkarsama,
Değişmenin zor olduğunu biliriz. Değişim denildiğinde ise akıllara birdenbire mucizevi bir durum olduğu gelmesin. Zira değişim denilen şey öyle bir durum değil. Tam da aksine, süreçte kalmak değişimin ilk adımıdır. Ki insan, ancak isterse değişebilir ve yaşantımızda yanlış giden bir şeylerin olması bizleri değişime itmek zorunda değildir.
Değişime dair ihtimaller denizinde boğulmadan önce neyi, nasıl değiştirmek istediğimizi bilmemiz gerekiyor. Bazen cevapların tümünü bilir ama bir türlü kabul edemeyiz. Sebebi acaba zor olduğu için mi? Aynı kalma, soyutlanma ya da kendini geri çekme isteği… Tüm bunlar anlardan kopuş gerektiren, değişim isteğini sezgiler dışında yönlendirememekle alakalıdır. Fakat hayatta başımıza gelen her olay da bizleri farklı şeyler düşünmeye itmez mi?
Farklı şeyler düşünmeniz ve farklı davranmanız durumu kabul edilebilir evet ama son günlerde okuduğum İtalyan gazeteci Giovanni Papini’nin kitabı “Kaçan Ayna” adlı kitabındaki bir pasajda şöyle yazar: Bakın, değişmek istiyorum ama ciddi olarak değişmek! Benimle hiçbir ilişkisi
İnsan doğası gereği her birey birbirinden farklıdır. Fakat düşündüğünüzde herkesin aynı olan yanları da bulunur. Bunların ne olduğunu düşündüğümüzde bazı faktörler öne çıkar. Bunlar belli belirgin kabulsüzlüklerdir. Türlü sebepten dolayı sahip bunlar gün yüzüne çıkar ya da ustalıkla gizlenir.
Törpülenen hisler neticesinde birey, temelde kendi kabulsüzlüğüyle yüzleşmez veya yüzleşmekten çekinir. Bu durumun iki olumsuz sonucu var diyebiliriz. İlki kendisiyle olan ilişkisidir, bir diğeriyse bu kişiliğiyle başa çıkmakta zorlanması gösterilebilir. Çünkü birey, hep iyinin ve idealin peşinden koşar. Hatta kabul düzeyi o kadar yüksektir ki; savurgan bir rahatlıkla değişir.
Bu değişimin sebebi olarak çevre, koşullar, tecrübeler bireyin kendi olmasının önüne set çekebilir. Kendini bulmak ve korumak bu sebepten ötürü çok zor bir hal alır. Maskeler takar. Fakat maskesini çıkarıp atacak sebeplerin bir araya gelmesi de tam da bu zamanda kendi benliğini
Geçmişi ve bugünü sorgularken "neler yaptım" ve "neler oluyor" sorusu zihnimizi oldukça meşgul eder. Bazen hayatımızın tıkandığı noktalarda neden sürekli aynı şeylerin tekrardan ibaret olduğunu düşündüğünüz ve hayıflandığınızda cevabı bulmaya başladığımı hissedersiniz ama bu sizi tatmin etmez. Bu noktada düşüncelerimizi ve davranışlarınızı değiştirmediğiniz takdirde kendimizi tekrar eden olaylar bütününde buluruz. Bu senaryoda kişiler farklı olsa da sebepler aynı olduğunu görürüz. Bu durum Tibet Budizm'inde iyi ve kötü karma yaratan aksiyonlar olarak ifade ediliyor.
Kavram bilimsel olmadığı için sıklıkla tartışılıyor. Fakat daha ağır basan yanının felsefi olduğunu söylemek gerekiyor. Sebep ve sonuç yasasının doğru olduğunu düşünenler ve başa gelen her şeyin bir ceza ya da ödül olarak algılandığı günümüzde ise bu kavram için objektif bir ayrım yapmak belki en zor olanı ama belki de en doğrusu.
Karma felsefesi bence Newton yasasına tam anlamıyla eşdeğer. Çünkü biliriz ki; her eylemde eşit ve zıt bir
Suçluluk duygusu, bireyin kendini kınaması, suçlaması ve eleştirmesine yol açan bir iç ses olarak hissedilir. Bu duygu zamanla yerini değersiz hissetmeye bırakır. Kişilerin kitlesel veya toplumsal değer yargılarıyla oluşan kurallar neticesinde bu hisse kapılıyor olsa da bilinçli veya bilinçsiz gerçekleştiğinde ise kuralların çiğnendiği fikri kişinin tüm duygularını alt üst eder. Fakat suçluluk duygusunu hissetmek her insanda aynı tepkimeye mi yol açar? Veya her insan suçluluk hisseder? Ya da bu suçluluk hali kişiden kişiye nasıl seyreder?
Nasıl olsa insanlar olarak bizler türlü türlü geçmişe sahibizdir. Geçmişteki yaşantılarımız bugün bizi var eden belki de ilk şey. Kişi, bir şeyleri yanlış yaptığını düşündüğünde kendini affedememesi de çocukluk döneminde gelişen bir dürtü. Düşünceler yerini gerçekçi bir bakış açısına bırakmadığı sürece hayatı tekrarlar üzerine kurulu hatalar dizinine sahip olur. Böyle anlattığıma bakmayın, çünkü herkes kadar ben de bu dürtülere zaman zaman kendimi kaptırırım. Kaptırdıkça da yara alırım. Fakat bunları aşmak için yine zihnimi ve mantığımı kullanırım. Bunların devreye girmediği anlarda ise tabiri caiz ise bir his hortlar: alışılmış suçluluk...
"Hakedil