Merhum Turgut Özal’ın, başdanışmanlarından oluşan kare ası vardı.
Gazeteci sevgili Can Pulak, büyükelçiler Gündüz Aktan, Özdem Sanberk ve Cem Duna...
Dostumuz Cem Duna anılarını “SIRADIŞI” adlı kitabında yansıtmış.
Cem Duna “doğuştan diplomat” denilenler arasındadır.
Anılarının bir sayfasında da Ertuğrul Özkök ve Yalçın Doğan’la birlikte ben varız.
Yansıtayım.
Ve...
Bir tamamlayıcı bilgi notu da ekleyeceğim.
......................
Özal döneminde gazetecilerle ilişkilerimiz iyiydi. İlla fikirlerini değiştirmek gerekmiyordu ama düşüncelerimizi dinlemeleri bizim için önemliydi. Basınla ilişkileri yönetirken, söylediğim cümlenin ertesi gün gazetede çarptırılmış şekilde çıkmaması için, doğru ifadeleri kullanmaya çok dikkat ederdim.
Batı Berlin’deki toplantıyı takip etmek için aralarında Ertuğrul Özkök, Yalçın Doğan ve Güneri Cıvaoğlu’nun da bulunduğu gazeteciler gelmişti. Gazeteciler benden Chirac ile randevu ayarlamamı istediler.
Ben de Başbakan’ın danışmanı François Bujon de L’Estang’u tanıyordum ve kendisinden rica ettim.
Chirac toplantıdan 11.00’de çıkacağını, otelin lobisinde, gazeteciler ile görüşebileceğini söyledi.
Ben de bunu Türk gazetecilere ilettim. Saat 11.00’de Chirac’ın danışmanı otelin lobisine gelip de kimseyi göremeyince “Où sont ces turcs? (Nerede bu Türkler?)” dedi.
Hayatımda en zorlandığım anlardan biriydi, “Gazetecileri güvenlik gerekçesiyle otelden içeri almamışlar” gibi yalanlar söyleyerek geçiştirmek durumunda kaldım. Meğer gazeteci arkadaşlar gerçekten randevu aldığıma inanmadıkları için, o vakti alışverişle değerlendirmektelermiş.
.............................
Olayın sadece son satırına itirazım var.
Şöyle ki...
Biz Chirac tarafından kabul edileceğimiz saate kadar olan zamanı alışverişe çıkarak değil, Berlin yakınlarındaki “Yahudi Toplama Kampına” giderek değerlendirdik.
Buz gibi bir havaydı.
O barakalar, kampta sergilenen Yahudilerin bir deri bir kemik kalmış, gözleri fırlamış içler acısı fotoğrafları.
Barakaların bulunduğu alanın yan tarafında boş bir alan vardı.
Kampın sonunu bir dere belirliyordu.
O boş alandan derenin öte yanına bir köprüyle geçiliyordu.
Yeşillikler içinde bir villa vardı.
Aslında orası da kampa dahilmiş.
“Krematoryum”muş.
Yani toplama kampındaki Yahudilerin yakıldığı fırınlar bu dışarıdan romantik görünüşlü ağaçlar içindeki villada yer alıyordu.
Fırınlara dehşetle ve insanlık adına büyük utanç duyarak baktık.
Bu fırınlara atılmadan önce Yahudiler, yan odadaki asitli duşlar altına sokulurmuş.
Asit buharında ölen cesetleri de gene kamptan getirilen görevli Yahudiler fırına sürerlermiş.
Kampta yakılacak Yahudilere “Birazdan serbest kalacaksınız ama önce duş almanız lazım” deniyormuş.
Göğüslerinde altı köşeli sarı yıldız olan çizgili elbiselerini çıkarıp sevinçle bu odalara girenler, asit buharıyla ölüyorlarmış. Sonra fırına...
Romantik görünüşlü villanın bacasından tüten ince dumanı kamptakiler şömine dumanı sanırlarmış.
Kim bilir belki de şömine karşısında sohbet eden bir aile ve sıcacık bir yuvayı hayal ediyorlardı.
...........................
Ve...
Biz bu dehşeti üzerimizden atamadan 10-15 dakika gecikerek otele geldik. Bu kez de Cem Duna dehşetiyle karşılaştık.
“Neredesiniz ulan? (Böyle konuşacak kadar yakınlığımız olduğunu kaydedeyim) Basın tarihine Fransa Başbakanı bekleten gazeteciler olarak geçeceksiniz!..”
Palas pandıras Chirac’ın yanına -adeta- itelendik.
Başbakan Chirac sandığımızın aksine bizi güler yüzle karşıladı.
Nereden geldiğimizi söyledik.
Gecikme için özür diledik.
Güzel bir röportaj oldu.
Konuşmalarımız gazetelerimizde de yayımlandı.
.............................
Ertuğrul, bu kamp ziyareti faslını hatırlamıyor.
“Aylaklık yapmışız, utandım” diye yazdı geçenlerde.
Ben de hafızamı çek etmek için Yalçın Doğan’ı aradım.
Yalçın da aynen benim gibi hatırlıyor.
..............................
Sevgili Cem kitabının büyük ilgi uyandıracağına inanıyorum.
Bana gelince, ifadem bu kadardır!
Başka söyleyeceğim yoktur!
Tanık Yalçın Doğan senindir.