Türkiye’miz müthiş bir demokrasi sınavından geçti. Milletimiz bu sınavı yüzünün akıyla verdi.
Yenilen pehlivan güreşe doymaz diyeceğiz ama bizdeki öyle de değil. Yenilgiyi galibiyet gibi sunan, yalnızca bize özgü anlayış ve hatta bir geleneğimiz var. Mahut geleneği İttihat Terakki’den tevarüs ettik.
İttihat Terakki paşaları, düşman karşısında emsali görülmedik hezimetlerini milletten gizler; zafer kazanmış gibi görkemli törenlerle başkente (İstanbul) girmeyi maharet bilirlerdi.
Duayen meslektaşlarımızdan Rauf Tamer’in ironiyle vurguladığı gibi, hem diktatör ve hem de seçimin kaybedeni... Bari seçimlerin hakkını verin ve diktatör(!) kazandı deyin ki lafınızın bir tarafından tutulabilsin! İşin tuhafına bakın ki yüz kızarmadan edilebilen bu lafın dinleyeni ve hatta alkışlayanı olan bir ülkede yaşıyoruz.
AK Parti’yi, bir önceki seçimlerde aldığı oylarla kıyaslayıp (49-42) seçimlerin mağlubu ilan ediyorlar. Kime yenilmiş, hangi rakibi yüzde 42’nin üzerinde bir oy alabilmiş? Böyle bir parti yok; kendisine en yakın partiyle arasında 20 puanlık, açık ara fark var.
Muhalefet, dokuz seçimdir üst üste kaybedip bunun muhasebesini yapacağına, iktidarın ezici çoğunlukla değil de çoğunlukla
Daha dün 80’li yıllarda, sergilenen ve dikkat çekilmek istenen; ağzı bantlı, el ve ayakları sandalyeye bağlı siyasetçi afişleri vardı.
Demokrasi diye adlandırdığımız sistemimizi ne denli çığırından çıkarmışız ki, seçtiklerimizin hali ortada; eli-kolu bağlı, ağzı bantlı..
Seçilenin hali bu olunca, bir de seçenin (halkın) halini düşünün! Firavun’un ehramına (piramit) taş taşıyan esirden farksız..
Halkının hizmetinde olması gereken devleti, sözde kutsamak adına şirazesinden çıkarmış ve zorba devlet yapmışız. Halkına düşman kıldığımız devlete, halkı da düşman etmişiz.
Delinin zoru olarak, makulü hep asgari müşterekte aramışız. Bir türlü azami müştereğimiz olmamış, oldurulmamış..
Kan kusturulan millet, devletsizliğin ne menem şey olduğunu bildiğinden; her şeye rağmen devletinin üzerine titremiş ve kızılcık şerbeti içtim (!) demiştir.
Zorba devletten nasibini almayan ve ezilip horlanmayan halk kesimi yok gibidir.
Devletle-rejimle en ufak bir problemi olmayan Süleyman Demirel bile tek başına iktidarlarında millete hizmeti anlatırken: ‘selden kütük kapmak’ olarak nitelendirirdi.
Türkiye, demokrasi tarihinin en önemli seçimini yüzde 88 gibi yüksek bir katılımla ve yüzünün akıyla geride bıraktı.
Birinciye “kuruluş”, ikinciye “demokrasiye geçiş”, bu üçüncüye ise “demokrasi-milli irade” deyip, cumhuriyeti üç evrede değerlendirebiliriz.
Daha ilk günden Meclis’in duvarına “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek yola çıktık ama milletin egemenliğinin önüne sayısız şartlar ve engeller koymayı maharet bildik.
Bunu da vesayet anayasaları ve vesayet odakları marifetiyle gerçekleştirdik.
Demokrasilerde baş tacı yapılması gereken milleti öylesine aşağıladık ve öylesine adam yerine koymadık ki bizzat cumhuriyeti bile demokrasi diye ona yutturmaya çalıştık!
24 Haziran seçimleriyle millet, kendi adına (milli irade) taze bir başlangıç yaptı. Bu güne kadar hep amatör ligde oynatıldı. 24 Haziran’da ilk defa milli oldu.
Önüne konulan sandıkla, bizzat (doğrudan) hem cumhurbaşkanını ve o cumhurbaşkanının başkanlık edeceği hükümeti (yürütme erkini) belirledi. Artık ne koalisyon hükümetleri, ne “güvenoyu” ve ne de “gensoru” handikapları var.
Bundan böyle siyaset kurumu, kendini(!) ve halkını kandıramayacak. Tersine çevrilen demokrasi piramidi düzeltilip kaidesi üzerine oturtula
1946 yılında başlayan demokrasi mücadelemiz bütün hızıyla sürüyor.
Demokrasinin olmazsa olmazı sandıktır ve biz milletçe bu sandık işini çok iyi beceriyoruz.
Lakin niyetimiz bozuk olduğundan, sandıktan çıkana gerekli özeni göstermiyoruz. Özeni göstermek şöyle dursun, adeta sandıktan intikam alıyoruz.
Bu yüzden, demokrasi tarihimizi darbeler tarihi olarak tescilledik.
Vaktiyle dışarıya satılmış bir kısım Osmanlı paşaları, yabancı sefaretlerin adamları olup onlar adına iş yaparlardı. İşlerinin kolaylaşması için de hizmetinde bulundukları devletlerin Babıali’ye (halifeye ve hükümete) baskı yapmalarını isterlerdi.
Mahut alışkanlık, vesayet anayasaları vesayet odaklarıyla günümüze kadar devam etti. Etrafımızda aynı alışkanlığı sürdürmek isteyen başta ABD olmak üzere düzineyle devlet var.
İçimizdeki satılmışların ve medyunu oldukları yabancıların ortak kanaatleri şudur: Türk milleti demokratik açıdan henüz rüşdünü ispat etmiş değildir. Kahir ekseriyetiyle cahil halk yığınlarından ibarettir. Dolayısıyla, böyle bir halkın demokratik talep ve beklentileri olamaz. O halde yapılması gereken şey, böyle bir halka dayatmaktır.
Hastaya ilaç sorulmaz; reçetesi yazılır ve ilaçlar zorla da olsa tatbik edil
Ötekileştirmeyi, birbirine karşı gelmeyi, tefrikayı ve muhalefeti anlamsız şekilde sürdürüyoruz.
Öyle ki dünün solcuları bugün sağcı oldu, dünün sağcıları bugün solcu oldu; diğer bir ifadeyle, dün solun savunduğu konuları bugün sağcılar savunur ve hatta yapar oldu.
Politika yapılacak ve elbette yarışılacak ve hatta kimi fikirlere karşı da gelinecek, ancak, gerçek saptırılmayacak ve hakikate dil uzatılmayacaktır.
Apaçık ortada duran gerçekleri, faraza bugünün hangi gün olduğunu da tartışmaya açarsak bir yere varamayız.
Türkiye’miz içeriden ve dışarıdan kuşatma altındadır. Bağımsızlığımıza kasteden düşman dört bir koldan saldırmaktadır.
Bu, yalnızca bugünün meselesi de değildir; Türkiye ne zaman kendi ayakları üzerine doğrulmaya kalktıysa tefe konmuştur.
Düşmanın hedefi çok açık: Uydu, yönlendirilen, dışarıya muhtaç; sürekli dilenen (el avuç açan) bir Türkiye istiyor. Bu şartla bizi devlet kabul ettiklerini her fırsatta söylüyorlar.
Güç ve cesaret aldıkları tek kaynak, bizim dağınıklığımız, birbirimizi ötekileştirmemiz.
Gerçekte saygın olması gereken siyaset, onun bunun maşası konumundaki kifayetsiz muhterisler eliyle kirletilmektedir.
Demokrasilerin olmazsa olmazı, halkla bütünleşmektir. Halka tepeden bakan ve halka rağmen iş gören siyasetçi, söylem ve eylemleriyle samimi olmayıp riyakârdır. Bu durum ise, adam yerine konulmayan ve tepeden bakılan o halkın gözünden asla kaçmaz. Halk ise, bunun gereğini, çaktırmadan veya çaktırarak, er ya da geç ama mutlaka yapar!
Sandıkta beklediği karşılığı göremeyen kifayetsizler, büsbütün deliye dönerler ve “kendilerini anlayamayan(!)” bu halkı cezalandırmaya yönelirler. “Göbeğini kaşıyan adamlar ve onların seçtiklerinden ne olur?” diyerek, hakaretleriyle teselli bulmaya çalışır ve intikam hedeflerine, milletin değerlerini ve seçtiklerini koyarlar.
Kirli siyasetçinin biricik sermayesi envaiçeşit yalanlar ve iftiralardır. Akılları sıra ne kadar çok yalan söyleyip, iftiralar atarlarsa, siyasette o kadar başarılı olacaklarına ve rakiplerini o nispette itibarsızlaştıracaklarına inanırlar.
Müzmin muhalefeti şiar edinen mahut siyasetçi, iktidarı aklının ucundan bile geçirmediği için (sırtında yumurta küfesi taşımadığından) hıncını, ortamı germekten, kaos oluşturmaktan
Vahşi yüzünü medeniyet maskesiyle örtmüş ve onu da olabildiğince makyajlayarak ‘albeni’ şeklinde sunmaya çalışan batılının kapısında insan hak ve hürriyetleri arayan (dilenen) bizlere, binlerce yazıklar olsun!
Yahu! Biz hakikati ceket astarımızın içinde unutup, asırlar boyu onu başka yerlerde aramanın gafletinden ve hepsinden önemlisi, kendi kendimize, kendi değerlerimize ihanetimizden ne zaman kurtulacağız?
Hz Mevlana meşhur Mesnevi’sinde insanı, (ney)e, inleyen bir kamışa benzetir. Malum; budaklı kamışı, hayat bulduğu sudan kesip çıkarırlar. Onu yakarak delikler açıp, içine üflerler. Çeşitli nameler şeklinde çıkan tüm o iniltiler, kamışın suya (hayata) olan özlemini dile getirir.
Biz Türkler de; şu dünya sahnesinde, sayısız kez hayattan koparılmak istendik; bunlardan en önemlisi Cihan Devletimizin yıkılışı ile beraber maddi ve manevi dünyalarımızdan koparılışımızdır. Dünyanın tüm şer güçleri birleşerek üzerimize geldi; yalnızca vatan topraklarımızı işgalle yetinmediler; hafızamızı silip insanlığımızı, insanlık değerlerimizi unutturmak istediler.
Estirilen ve her şeyi kasıp kavuran bu sam yelinden sonra; A’dan Z’ye tüm yitirdiklerimizi Avrupa’nın kapısında arar olduk!
O Avrupa ki,
Çok şükür bayramı da idrak ettik. Ramazan Bayramı’nın diğer bir adı da İyd-ül fıtr’dur (yaratılış bayramı).
Allahü Teâlâ insanı eşref-i mahlûk (en üstün) olarak yarattı. Ayrıca niçin yaratmış olduğunu da kendisine bildirdi. İki sebeple; bunlardan birincisi insanın Rabbini bilip tanıması, bir diğeri de Rabbinin halifesi olarak eşya ve hadiseleri hükmü altına alması içindir.
Rabbi tanımanın yolu, insanın kendini (haddini) bilmesinden geçer.
Ne yazık ki insanoğlu haddini aşarak, en üstün yaratılışta olmasına rağmen, elleriyle kendini aşağıların en aşağısına itmiştir.
Buna da insanoğlunun çok cahil ve pek zalimliği sebep olmuştur.
Cenab-ı Hak, kullarını çok sevdiği ve onlara acıdığından, onlar için bolca kurtuluş vesileleri yaratmıştır. Bunların başında da ramazan gelmektedir.
İşte ramazan, insanoğlunun cehaletten ve zalimlikten (en ziyade de kendine olan zulmünden) kurtulduğu ve affa uğradığı mübarek/kutlu bir zaman dilimidir.
Allahü Teâlâ’nın rahmetinin enginliğine bakın ki sınava tabi tuttuğu kullarına sınav sorularını, cevap anahtarlarını ve üstelik en yüce örneğiyle (Hz. Peygamber) gösterterek bildirmiştir.