Demokrasi, halkın idaresi ama bizim demokrasimizde halk yalnızca dekor olarak kullanıldı.
Halkın seçip iktidar yaptığı, lakin bir türlü muktedir olmayan iktidarların boyunlarına davulu astık ama tokmağı hep başkalarının eline verdik.
İçeride yapılan ihtilalleri “Bizim çocuklar başardı” diyerek ülkesine jurnalleyen CIA ajanı (CIA Ankara büro şefi- Paul Henze), Kasım Gülek’le Enver Altaylı’nın sıkı dostuydu.
ABD’nin CHP kanalıyla içimize yerleştirdiği Kasım Gülek, Moon tarikatından olup, Fitnetullah Gülen’in hamisiydi.
CIA ajanının ‘bizim’ dedikleri, içimizden devşirdikleri TSK’ya mensup(!) generallerdi.
Daha sonraları aynı subaylar, FETÖ bireyleri olarak devşirilecek ve darbe üstüne darbelere yeltenip, kendi Meclis’lerini bombalayacaklardı.
Paul Henze ile Kasım Gülek öldüler, Enver Altaylı ise, Ankara’da tutuklu; F. Gülen de terörist başı olarak ABD’den talep edilenlerin başında geliyor.
Evlere şenlik demokrasimizle sözde iktidarlarımız, iç ve dış vesayet odaklarıyla köşe kapmaca oynayıp durmuş ve böylece ülkeyi yönettiklerini zannetmişler.
Meramınızı karşınızdakilere anlatabilmeniz için onların anladıkları dilden konuşmanız gerekir. Aksi halde kendiniz söyler kendiniz dinlersiniz; yani havanda su döversiniz.
Türkiye, kurulduğu günden beri iç ve dış tehditlerle karşı karşıyadır.
1984’den beri ise, dışarıdan beslenen dünyanın en acımasız terör örgütü olan PKK ile kıyasıya savaşmaktadır. Otuz dört senedir savaşmamıza rağmen sonuca ulaşamadık. Başarısızlığımızın sebebi; dost bildiğimiz ülkelerin terör örgütünün safında yer almasının yanında, örgütle ve örgütü yönlendiren güçlerle işbirliği içindeki içimizdeki satılmış hainlerdir.
Seneler senesi dağı-taşı bombalayarak terörle savaştığımızı zannettik. Milletin dişinden tırnağından artırarak elde edilen ülke kaynakları boş yere heba edildi.
Yetkiyi askere verdik olmadı; ondan alıp sivile (vali) verdik yine olmadı. Neden sonra fark ettik ki, asker de sivil de devleti kuşatan kriptolardan oluşmuş.
Hepsinden önemlisi; terörle mücadeledeki konsepti dahi belirlememiştik. Devlet olarak sürekli savunmadaydık. İnisiyatifi tamamen terör örgütlerine vermiştik.
Yani teröristin saldırmasını bekleyeceğiz; onlar saldırdıkça devlet şehitler verecek; baskın şeklindeki çatışma esnasında onlardan
Seçimler yaklaştıkça kızışan tansiyona paralel olarak vaatler de havada uçuşuyor.
Nasılsa dilin kemiği yok.
Gökteki yıldızları vaat etsen de oluyor.
Yalnız işkembe-i kübradan atarken dikkat etmek ve hiç değilse yakın tarihten ibret almak lazım.
Daha dün her aileye “İki anahtar” (araba-ev) ve “Kim ne veriyorsa beş fazlası” vaatlerini kimse ciddiye almadı ve prim vermedi.
Atarken dikkatli olmak ve destekli atmak gerekmez mi? Zira bu iletişim çağında yalancının mumu yatsıya değil, öğlene kadar bile sürmüyor.
Eskiden atılan iftiraların izi kalırdı; şimdi iftirayı atan, aynı dakika içinde attığı iftirayla yerin dibine batırılıyor.
Yalancının zihniyeti eskiden beri şudur: Yalan ne kadar büyük olursa, o denli inandırıcı olur. 2. Dünya Savaşı yıllarında Hitler’in propaganda bakanı Goebbels bunu denemiş, başarılı da olmuştu.
Bir kısmımız hâlâ işin vahametinin farkında değiliz ve derin bir gaflet içinde oynaştayız.
Ateş çemberine çevrilen bölgemizde, başta biz ve bizimle sınır komşusu olan ülkeler bir bir bölünerek, tüm bölge yeni bir dizaynla paramparça edilmek isteniyor!
Batı’nın desteğindeki PKK’nın Güneydoğu illerimizde başlattığı ‘çukur’ siyaseti, Türkiye’yi bölmenin ve kendilerine vaat edilen ‘Büyük Kürdistan’a katmanın fiziki hamlesiydi.
Bu cüreti de Türkiye’nin iyi niyetle başlattığı ‘çözüm süreci’nde gösterdiği ‘yumuşak başlı’ yönetiminden aldılar. Her devletin olmazsa olmazı hüviyetindeki çelik bilyeyi görmezden gelip, onu sarmalayan kadife örtüye aldanıp ayaklandılar.
Bu ayaklanmada Kürt halkının kendilerinin safında yer alacağını vehmettiler. Hepsinden önemlisi, devleti eski devlet zannettiler! Çünkü seneler senesi bu devlet, asker ve sivil bürokrasisiyle (FETÖ) teröre adeta amade kılınmıştı.
Binlerce yıllık devlet geleneği olan Türkiye’nin bağırsakları temizlenerek işe koyuldu; önce vesayet yıkıldı, ardından FETÖ ve diğer terör örgütleri hedefe kondu.
Kimse inkâr edemez; yönetim, devleti sarmalayan ayrık otlarından kurtarmak için yoğun gayretler gösterdi. Her biri başka yöne kodlanmış devlet
Hangi partiden olurlarsa olsunlar, siyasilerimizin en büyük hatası siyaset yaptıkları toplumu tanımamalarıdır.
Masa başında aldıkları kararlarla topluma ayar vereceklerini zannedenler aldanırlar. Onca aldanmışlığa rağmen aynı hatada ısrar edenleri görmekteyiz.
Bunların başında da; onca yenilgilerden ibret almayan ve kendi partililerini küstürmek pahasına başka partilileri liste başlarına koyup; dört benzemezden bir benzer çıkarmaya çalışan CHP gelmektedir.
Dindar muhit diye Konya’dan Refah Partisi kökenli Abdüllatif Şener’i liste başına koymasının sebebi ne olabilir? Aynı kökenin daniskası AK Parti’de var; halk, orijinali varken ne diye çakmalarıyla uğraşsın ki?!
O vakit de geride tek bir ihtimal kalıyor, o da ilgili şahsın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a olan düşmanlığı ve hakaretleri.. Mevlana diyarının insanlarından küfürbazlara oy beklemek de; evvel yoğ idi, işbu rivayet yeni çıktı cinsinden olsa gerek?
Masa başında (hayalen) göle maya çalıp, tutmasını bekleyenler; ne Hanya’yı ne Konya’yı, ne Akşehir’i ve ne de Nasreddin Hoca’yı tanıyorlar. Zira o, gölün gerçeğine maya çalıp tutturamadı..
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonucu bellidir; ama birinci turda ama ikinci turda Sayın Erdoğan ipi
İdari sistemimizin adına demokrasi deyip, Meclis’in duvarına “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!” diye yazmışız ama bu halin, gerçek manada uygulamasını hep gelecek baharlara bırakmışız!
Buna gerekçe olarak da kendimize göre bir sürü bahaneler uydurduk.
“Rejim yeni” dedik, “Halk cahil” dedik, “Bir sürü reform yaptık, bunların benimsenmesi zaman alacak” dedik, “İç ve dış tehdit var” dedik, “Bu kış komünizm gelebilir” dedik, “Profesörle çobanın oyu aynı olabilir mi?” dedik. Bunlar ve bunlar gibi daha nece bahaneler yetmezmiş gibi, iktidar gücünün yalnızca yüzde 20’lik kısmını kullanabilen hükümetleri, “Çizmeyi aştın!” diyerek alaşağı ettik.
Bütün bunlarla da yetinmeyip, içimizdeki vesayet odaklarının iplerini dışarıdaki ağababalarının eline verdik. (NATO-Avrupa-ABD)
Halkı (STK’ları) küçümseyip, umursamadık. Peki ya devlet aklı?
O, gerçekleri en yalın şekilde görmesine rağmen neden önlem almadı?
Bel bağladığımız ABD’nin Kıbrıs konusundaki düşmanca tavrını (Johnson mektubu, silah ambargosu), YPG/PYG/PKK’ya silah-mühimmat ve personel verip üzerimize salmasını, bu örgütlere envaiçeşit silahları verdiğini, Cumhurbaşkanımızın koruma polislerinden tabancaları bile esirgediğini, kendisiyle
Korkunç bir tabloyla seçimlere gidiyoruz.
Neredeyse her sabah FETÖ kâbusuyla uyanıyoruz: “Mersin’de FETÖ operasyonu:
4 gözaltı”, “2012 Polis Akademisi sınav sorularının sızdırılmasına ilişkin soruşturmada 21 gözaltı”, “Hava’daki FETÖ’cülere flash bellek operasyonu: 96 yakalama kararı”, “FETÖ’nün TSK’ya sızdırdığı anlaşılan 211’i muvazzaf, 300 asker hakkında operasyon”, “Bingöl’de FETÖ askeri yapılanmasına yönelik 13 muvazzaf asker hakkında yakalama kararı”, “FETÖ’nün abla yapılanmasına yönelik Ankara merkezli soruşturma kapsamında, ByLock kullandıkları belirlenen 20 kişi hakkında gözaltı kararı”...
Yukardaki döküm, yalnızca bir günün sabahında ajanslara düşen haberler; gün içinde ve gecesinde hangi haberlerin düşeceğini ise Allah bilir!
Bir taraftan onlarca FETÖ’cü sanık gözaltına alınırken, diğer taraftan da yürütülmekte olan davalarda onlarcası hakkında müebbet ya da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası veriliyor.
Düşünebiliyor musunuz, bunların her birisinin ailesi ve yakınları var.
Aylardır devam eden böylesi durumlar, daha aylar ve hatta yıllar boyu süreceğe benziyor.
FETÖ’nün askeri ve sivil kurumlardaki yapılanması soruşturmaları derinleştikçe, bunların zaten devleti ele geçirmiş
Tuhaflıklar ülkesinde yaşıyoruz diyeceğim ama inanın, tuhaf kelimesi de hafif kalıyor.
Hakikat güneşimizi ceket astarımızın içinde unuttuğumuz (unutturulduğumuz) günden beri, onun bunun elinde oyuncak olarak, bir o yana bir bu yana sürüklenip duruyoruz.
Başımızı iki elimizin arasına alıp muhasebeye giriştiğimizde; biz neyiz, kimiz, neye memuruz; nereye gidiyoruz, neden bizimle uğraşıyorlar sorularına yanıt bulmakta zorlanıyoruz..
Zorlanıyoruz, çünkü dünle irtibatımızı kestiler ve okullarımızda tarihimizi okurken; Orta-Asya bozkırlarından birden 20. Asra Cumhuriyet’e geldiğimizi gördük. Selçuklu ve Osmanlı dönemleri flu bırakılmıştı.
İlk çağ ve Avrupa’nın Orta çağ tarihlerini derinlemesine okumuş ve haklı olarak ‘karanlık çağ’ hükmünü vermiştik. Orta çağ karanlığının tüm dünyayı kapladığını zannettik.
Halbuki Orta Çağ İslam’ın ve İslam aleminin altın çağı idi; bundan bihaberdik.
Enerji çağında, yurt olarak enerji kaynakları üzerinde bulunuyorduk. Bu kaynakları elimizden alma pahasına; Cihan Harbi çıkarıp Cihan Devletimizi yıktılar.
Yakılıp yıkılan devletimizin külleri üzerine yeni devletimizi kurduk. Anadolu Yaylası üzerinde kurduğumuz yeni devletimiz, bu kez de enerji hatları üzerindeydi.