Bizdeki muhalefet, ezel-ebed diline pelesenk ettiği bir kısım yakıştırmalarla iktidarda olanları yıprattığını, halkın gözünden düşürdüğünü ve daha da önemlisi; attıkları iftiralarla tutmasa da izinin kalacağını vehmederek avunur.
Halbuki ne demişler; büyük lokma ye ama büyük laf etme!
Onca iktidar dönemlerinde; bir türlü muktedir olamayan eski siyasiler de aynı iftiralara ve ithamlara maruz kalmıştır. Bunlardan birisi, Süleyman Demirel’di ve ‘Allah yakışan iftiradan korusun!’ diye yakınırdı.
Diğer ‘ürümelere’ aldırış etmez; engin bir tahammül gücü ve hoşgörü ile kervanı yürütmeye gayret ederdi.
Eskiden beri moda olan kelime ise, diktatördür. Diktatör aşağı, diktatör yukarı..
Menderes de diktatördü, Demirel de, Özal da ve şimdilerde de Sayın Erdoğan diktatör ithamına muhatap…
Dikkat edin; bunların her birisi başta iken yani iktidarda iken bu ithama muhataptılar.
Diktatöre ‘diktatör!’ diyecek, yazacak ve çizeceksin; öyle mi?!
Seçimin gerçek kazananı; büyük bir olgunluk içinde bu işi başaran ve tüm dünyayı kıskandıran halkımız, seçimin gerçek kaybedeni ise, yalan, iftira ve sahtekarlıkları ayyuka çıkan sözde araştırma (anket) şirketleri ve onların, ekranlarda mangalda kül yutturmaya çalışan hokkabaz temsilcileridir.
Düzmece yalanlarına sözde bahane arayan birisi; gerçeği söyleseydim (Yani Sayın Erdoğan’ın seçimi ilk turda kazanmakta olduğunu) CHP’liler beni aforoz ederdi, şeklinde açıklama yaptı.
Fikir namusunun düştüğü, düşürüldüğü derekeyi (çukur) görüyor musunuz?
Kuruluş amaçları ve asıl gayeleri manipülasyon (halkı yönlendirmek) olan bu kişiler ısrarla iki, hatta üç şeyi vurguladılar. Bunlardan birincisi, MHP’nin yüzde 4-5 bandında olduğu ve mutlaka barajın altında kalacağı keyfiyeti idi. İkincisi, İYİ partinin yüzde 18-20 bandında oy alacağı, üçüncüsü ise Sayın Erdoğan’ın oylarının birinci turda yüzde ellinin altına düşeceği ve seçimlerin ikinci tura kalacağı görüşü idi.
Ne söyledilerse hepsi yalan çıktı; bunca yalanla suçüstü olmalarına rağmen ne yüzle ekranlara çıktıklarına şaşırıyorsunuz değil mi? Biz de sizin şaşırmalarınıza şaşırıyoruz!
Ayol! Bunlar kaşar; bunların yüzleri gergedan derisinden;
MHP dün olduğu gibi bugün de siyasette kilit rol oynuyor.
Dün, (2007) muhalefetin şapkadan çıkardığı 367 garabeti de yine MHP sayesinde aşılmıştı.
Sayın Bahçeli’nin diğer birçok liderden farkı; önüne gelen konuları, önce vatanım (milletim), sonra partim ve en son olarak da kendim diyerek değerlendirip ona göre karar vermesidir.
Bu yüzden olsa gerektir ki Sayın Bahçeli’nin tutum ve davranışlarında sıkça sürprizlerle karşılaşılır. Çünkü o, alışılagelen siyasetçilere benzemez; daha açık ifadesiyle siyaseti fırsatlar dünyası olarak görüp değerlendirmez.
Meselelere kısa vadeli ve oportünist olarak değil; uzun vadeli ve vatan-millet açısından bakar. Yine bu yüzden; vaktiyle kendisine sunulan koalisyon hükümeti başbakanlık makamını iki kez reddetmişti.
Malum; 1980 Cuntası, yaptırdığı 81 Anayasasıyla sorumluluğu bulunmayan Cumhurbaşkanına süper yetkiler verilmişti. Adına parlamenter denilen mahut sistemde davul, seçilmiş olan başbakanın boynuna asılıyor lakin tokmak, vesayet odaklarının eline veriliyordu.
Böylece icraatı bürokratik oligarşi yapıyor, millete hesabını ise seçilmiş iktidarlar veriyordu.
Demokrasi sandığından yönetme sorumluluğunu alan ve fakat gerekli icraatları yapamayan, yaptırılm
İngilizlerin çok yerinde bir tespitleri var: Türkler, cephelerde savaşarak yenilmez. Onları ancak dinle yenebiliriz. İçlerine girip dinlerini bozacağız ve her bozduğumuz klik, diğerleriyle savaşacak! Bundan dolayadır ki, sayıları yüzü aşkın tarikatın kurucusu biz İngilizleriz.
Dinimizi nasıl bozduklarını ve din maskesi altında kardeşi kardeşe nasıl kırdırdıklarını FETÖ olayında bütün çıplaklığıyla gördük ve görmeye devam ediyoruz.
Şimdi de; aynı paraleldeki bir başka çete (Adnan Oktar ve avanesi) gözaltına alındı.
Önceleri Siyonizm’e karşı gibi gözüküp o mealde kitaplar yazdı. Toplumdaki hemen her kesimin (!) gözünü boyadıktan sonra ise, alenen Siyonizm’in emrine girdi.
Zengin ailelerin çocuklarını tuzağına düşürüp; etrafını kalın duvarlarla örerek kendi hisar (kale) devletini kurdu. Kalenin içine girilemiyor ama içerideki ‘kedicikler’ ile yaptığı TV yayınlarıyla zehrini, topluma kusuyordu.
90’lı yıllarda yakalanıp içeri alındı ama davası takipsizlikle sonuçlandı. Bu arada onu içeri alanlar ve onun aleyhinde yazıp-çizen ve söz söyleyenlerin başlarına gelmeyen kalmadı.
Devletin kaplumbağası arsız tavşanı yakalar. Yeter ki devlet, devlet olsun. Belli ki; özellikle son aylarda devlet
24 Haziran seçimleriyle sistemin kendisi reforme edildi; bürokratik oligarşiye boğulan, zaman öldürmekten başka bir mana ifade etmeyen hantal yapıdan nihayet kurtulduk.
Siyasi irade samimi niyetlerle devleti (bürokrasiyi) vatandaşın emrine vermek istese de bunu gerçekleştiremedi. Bürokratlar, ta Osmanlı devrinden tevarüs ettikleri ağalığı bir türlü bırakmadılar. Halka hizmet yerine halka tahakkümü yeğlediler.
Batı’daki ileri demokrasilerde devlet, millet içindir; bizde ise millet, devlet içindir.
Batı’daki devlet, halkının garsonudur; bizde ise patronudur. Batı’daki yasalar, dürüst insana göre düzenlenir; bizde ise dürüst olmayana (yalancıya, arsıza, hırsıza vb.) göre düzenlenir.
Batı’daki insan, herhangi bürokratik bir işlem için devletinin kapısına güle oynaya gider; bizde ise ya rüşvetle, ya kavga ederek, ya da söverek gider.
Zira bizde devlet; asık surat-çatık kaş demektir.
Halbuki bürokrat, halkın verdiği vergilerden maaş almaktadır. Dolayısıyla, halk, bürokratın veli-i nimetidir; onu baş tacı etmesi gerekir.
Bürokrasimizdeki bu sakil anlayış askeriyeden neşet etmiş ve tüm sivil bürokrasiye sirayet etmiştir. O asker ki yurdunu ve ulusunu korumak için ant içmiş, bu uğurda canını feda
24 Haziran seçimleriyle milletçe tarih yazdık; darbelerle malul eski defterleri kapatıp yepyeni bir sayfa açtık. Türkiye’miz resmen başkanlık sistemine geçti.
Böylece demokratik sistemin hem parlamenter ve hem de başkanlık modellerini uygulamış oluyoruz. Parlamenter sistemi maalesef kâmil manada uygulayamadık. Sistemi vesayetle hastalıklı kılıp, seçilmişleri kukla haline getirdik.
Demokrasi tarihimizdeki tüm seçilmişler, mahut vesayet yüzünden şeytan taşlamaktan tavafa imkân bulamadılar. Olan millete oldu; boşuna zaman kaybettik.
Tüm bu korkuların temelinde “Cumhuriyeti kaybederiz” endişesi vardı. Aklımız sıra cumhuriyeti koruyup kollama adına demokrasimizi tu kaka ettik.
Gerçekte ise, derdimiz halkla idi; halka güvenemiyorduk. Halkımıza tepeden bakıyor ve onu adam yerine koymuyorduk. Halkımızı kendi haline bırakırsak, davulcuya ya da zurnacıya gideceğinden korkuyorduk!
İkiyüzlülük yapıp,
halka güvenmediğimizi söylemiyor ama halkın seçtiklerinden intikamımızı alıyorduk.
Halkçı geçinip, halkın adamını darağacına çekmekte beis görmüyorduk.
Siz hiç; üst üste seçim kaybettikçe girdiği Kurultaylardan (olağan-olağanüstü) daha güçlü çıkan bir siyasi parti genel başkanı gördünüz mü?
Şekil (a) da görülen Sayın Kılıçdaroğlu bu durumun tipik örneğidir.
Siyasi serüveni maalesef tutarsızlıklar (bir siyasi parti lideri için ‘yalancı’ kelimesini özenle kullanmayacağım!) üzerine kurulu.
Deniz Baykal’ın malum kaseti yayınlandığında Meclis’te çok önemli Anayasa değişikliği maddeleri oylanıyordu. Sayın Erdoğan, benim de dahil olduğum küçük bir grup milletvekili ile ayakta sohbet ediyordu.
O anda İçişleri Bakanı, kulağına bir şey fısıldadı; Sayın Erdoğan’ın yüzü kıpkırmızı oldu. Anında; hem muhatabına ve telefonla diğer ilgililere, konunun üzerine gidilmesini ve faillerin mutlaka yakalanması talimatını verdi.
Sayın Kılıçdaroğlu Baykal’la yaptığı görüşmede aday olmayacağını söylemesine rağmen ertesi günü adaylığını ilan etti.
Kaset kumpası, başta Baykal olmak üzere, Kılıçdaroğlu ve CHP örgütü tarafından AK Parti üzerine yıkılmaya çalışıldı ama kazın ayağının öyle olmadığı çok geçmeden anlaşıldı.
Baykal’a bu tezgahı kuranlar FETÖ’cü emniyet mensupları ve onların arkasındaki malum uluslararası istihbarat örgütleri idi. İşin garabetine bakın ki;
CHP’nin asıl problemi, kronik muhalefet olması ve asla iktidar ümidi vermemesidir.
Partinin sürekli muhalefette kalması ve parti yönetiminin bu hali kanıksayıp kabullenmesi anlaşılır gibi değildir. Ve bu hal gerçek CHP’lileri çileden çıkarmaktadır.
Türkiye’mizin de en büyük şanssızlığı, ülkemizde gerçek bir sol partinin bulunmayışı ve CHP gibi halktan kopuk sözde seçkinci bir partinin solcu olarak piyasaya çıkmasıdır.
Zavallı solcular seneler senesi CHP’nin sözde solculuğuyla boşuna avundular.
CHP’nin bu denli jakoben ve kendi içinde hizipçi anlayışına, ömrünü bu partiye veren Bülent Ecevit bile yaranamamış ve partisinden ayrılarak ayrı bir siyasi parti kurmuştur.
İsminde halk kelimesinin yer alması bir siyasi partiyi halkçı göstermez. Halkçı olabilmek için halkı tanımak, halkın değerlerini paylaşmak ve halkla bütünleşmek gerekir.
Solculuğun ve halkçılığın olmazsa olmazı, halka, halkın değerlerine saygılı olmaktır.
Gençler hatırlamaz ama yaşlılar çok iyi bilir; eskiden CHP’ye memur partisi denirdi. Yani devletten geçinen bürokratların partisi. Bunlar halka tepeden bakar, halkı insan yerine koymaz, halkın üç kuruşluk işini görmek için on kuruşluk canını alır, halkı kapısında süründürmekten