Ne gariptir ki teknoloji ile insani değerler birbirine zıt istikamette gelişiyor.
Evet, teknolojik açıdan bugün dünyamızın geldiği nokta, bir düğmeye basılmasıyla tüm insanlığın yok edilmesi keyfiyetidir. Demek ki insanlık, tarihi boyunca çalıştı çabaladı, keşfetti, üretti; işin nihayetinde elde ettiği şey kendi sonunu getirmek oldu.
Buna başarı mı, başarısızlık mı denir; kararını siz verin sevgili okuyucularım.
Eskilerin çok enteresan bir tespiti var: “Her yeni buluş, her keşif, her bir teknolojik yenilik (icat) insanlığa yararından çok zarar getirir!” Zira kötüler ve kötülükler her zaman çoğunluktadır!
Tüm bu denli teknolojik üstünlüklerle beldeleri zahiren (görüntü olarak) imar edebildik ama o beldelerde yaşayan insanların refah ve mutluluğunu sağlayabildik mi?
Asla!
İnsanoğlu yaratılalı beri doymadı ve doymayacak! Dünyayı verseniz ikinci bir dünya isteyen insan doyar mı?
FETÖ’nün yurt dışındaki gücü malum. Bu örgüt dünyanın 168 ülkesinde söz sahibi, yalnızca ABD’deki okullarından yıllık 800 milyon dolar elde ediyor!
Dünya üzerindeki bu denli devasa bir oluşumu, değil herhangi bir örgüt, dünyanın belli başlı ülkeleri bile tek başlarına kurup yönetemezler.
Lafı eğip bükmeden söyleyelim; böyle bir oluşumu ancak ABD gibi bir süper güç ve böylesi devasa bir gücün, gizli-açık tüm imkânlarıyla kurup yönetebilir.
Nitekim öyle de oldu.
Bizim, asıl üzerinde durmamız gereken konu, FETÖ gibi çarpık ve sapık bir dini görüşün, Türkiye gibi Osmanlı’nın merkez üssü konumundaki bir ülkede nasıl dallanıp budaklandığıdır. Türkiye ki İslamiyet bu beldede en halis ve katışıksız şekliyle uygulanagelmişti.
Asırlar boyu İslamiyet’in bayraktarlığını yapan bu asil milletin vatanında ne denli bir sam yeli estirildi ki FETÖ gibi ayrık otları kendilerine yol bulup, gelişip yetişebildi?
Bütün bu olumsuzlukların temelinde laikliğin yanlış anlaşılması ve bu şekilde uygulanması vardır. Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması, din ve vicdan özgürlüğü ve devletin çeşitli inançlara karşı eşit mesafede olması gereken laiklik, bizde maalesef dine (İslamiyet) ve dindarlara karşı bir
İnsanoğlu, dünyadaki yaşamının son çeyreğinde hızla vahşetin girdabına sürüklendi.
Lise sıralarında iken; ‘dünün insanı mı, yoksa bugünkü insan mı daha mutludur? ’konulu münazaralar yapardık.
Dünün dünyasında eşkıya dağda idi, bugünse, şehirde, konsoloslukta, devlette kol geziyor. Böylece, şairin çizmeye çalıştığı ‘mutluluğun resmi!’ de artık antika tablolarda kaldı.
Artık hunharca cinayetler, devletlerin en emin (güvenlikli-korunaklı) mekanlarında, yabancı ülkelerdeki temsilciliklerinde işleniyor.
Cinayet, önceleri örtbas edilmek istendi; kişi, konsolosluktan çıktı denilerek yalan söylendi. Türk devletinin kararlı tutumu; Türk istihbaratının ve emniyetinin titiz çalışmaları sonucunda Suudi devleti suçunu itiraf etmek zorunda kaldı.
Hem de tam on sekiz gün sonra; üstelik başka yalanların arkasına sığınarak bu itirafta bulundu.
İçeride boğuşma oldu ve bunun sonucunda öldü demeye getiriyorlar.
Yahu! Sen cinayeti işlemek üzere, Türkiye’ye bir katil sürüsü gönderdin; onlar da tüm dünyanın gözleri önünde, sivil-silahsız ve korumasız bir insanı hunharca katlettiler ve hiçbir şey olmamış gibi, kanlı ellerini sallayarak ülkelerine döndüler.
Kurt kocayınca (güç ve kuvvetten düşünce) köpeğin maskarası olur. Üzerinde yaşamakta olduğumuz bu netameli coğrafyada güçsüzlere yer yoktur. Bu coğrafyada ‘kendin’ olarak yaşamak istiyorsan güçlü olmak zorundasın. Güçsüzsen ancak güçlülere tabi olarak (uydu) yaşayabilirsin.
Coğrafya kaderdir ve biz Türkler, tarih boyunca hep çetin coğrafyalarda yaşadık. Nasıl yaşadığımızı tarihler yazıyor; güçlü ve kendimiz olarak yaşadık ve en önemlisi, başkalarından farklı olarak yaşattık. Malum, başkaları yaşamak için sürekli öldürdü ve öldürüyor.
Güç ve kuvvetten düştüğümüzde de başımıza nelerin geldiğini yine tarihler yazıyor.
Son imparatorluğumuzun enkazı üzerine, yeniden inşa ettiğimiz genç devletimiz de tüm dünyanın gözlerinin üzerinde olduğu, aynı netameli coğrafyada bulunuyor.
Bizi batırıp tarih sahnesinden silmek isteyenler, Milli Mücadele ile ‘yeniden doğuşa’ şahit olunca, kuzu postuna bürünüp dostluklarını ilan ettiler ve kurtarıcılığa soyundular.
Akılları sıra bizi yanlarına çekip, birlikte kalkınacaktık.
Cebri hürriyet (zoraki demokrasiye geçiş) telkiniyle dâhil olduğumuz NATO ve yeni dost ve müttefiklerimiz bizi hep külfette hatırladılar.
Merhum Menderes bunların gerçek yüzlerini görüp, mi
Ta İttihat ve Terakki’den, ondan bire bir tevarüs eden CHP’nin tek partili yönetimlerinde devlet, hükümet ve bürokrasi iç içeydi. Yani bir ilin CHP’li il başkanı ile belediye başkanı ve valisi aynı kişiydi.
Uzun müddet süren tek partili sistem, bürokrasiyi A’dan Z’ye kendinden yapmıştı. Bundan dolayıdır ki eskiler CHP’ye memur partisi derlerdi. Çok partili hayata geçince de CHP’nin karşısında yer alan (CHP’nin içinden çıkmış olmasına rağmen) DP’ye de köylü partisi denilirdi.
Nasıl denilmesin ki? CHP’nin iktidarında şekerin kilosu memura on kuruştan verilirken, vatandaşa beş liradan satılıyordu. Böyle bir memur rakip partiyi hazmedebilir mi?
Bürokrasi kelimesi de Fransızca kökenli olup, ‘büro’ (daire-memurlar) ve ‘krasi’ (güç-iktidar) kelimelerinin bileşiminden oluşur ve büroların iktidarı anlamına gelir.
Bu güç (bürokrasi), yönetim erkiyle (devlet-hükümet) de birleşince, ortaya bizdeki gibi, halkına zulmeden, halkına rağmen iş gören (görmemek için bin bir dereden su getirten) devlet anlayışı çıktı.
1950 seçimleriyle halk, CHP’yi iktidardan uzaklaştırdı ama bürokrasi olduğu yerde kaldı. İşte bu bürokrasi, CHP’nin dışında gelen tüm iktidarları düşman belledi ve onlara ayak diredi.
Bürokras
Yerel yönetimler, siyasetçiler ve mensubu oldukları siyasi partiler için laboratuvar özelliğindedir.
Zira yerel yönetimlerde direkt halkla temas vardır; halk da burada edindiği kanaatini kolay kolay değiştirmemektedir.
Nitekim bu günkü, uzunca süren iktidara dikkat edildiğinde; işin temelinde, vaktiyle Refah Partisinin sahip olduğu yerel yönetimlerin halka dönük ve halk için olan icraatları vardır.
Başka bir deyişle; Refah Partisi zihniyetini iktidara ve liderini (N. Erbakan) Başbakanlığa taşıyan, sahip olduğu belediyelerin performansı olmuştur.
Aynı şekilde; Sayın Erdoğan’ı da siyasi parti liderliğine, Başbakanlığa ve Cumhurbaşkanlığına taşıyan güç, onun İstanbul Büyükşehir Başkanı olduğu dönemde sergilediği başarılı çalışmalarıdır.
Yeri gelmişken şu iki hususun altını çizmeden edemeyeceğim: Birincisi MHP lideri Sayın Bahçeli’nin, ittifak paralelinde sergilemiş olduğu tavırdır.
İstanbul gibi, küçük Türkiye sayılan bir metropolde aday göstermemesi ve ittifak yaptığı partinin adayanı destekleyecek olması, eşine çok az rastlanabilir bir alicenaplık ve özveridir. Düşünün ki, böylesi bir tavrı rakip bir siyasi partinin lideri sergilerken, mahut partinin (AK Parti) kendi belediye başkanları
Malum, balık baştan kokar. Dünyaya nizamat verdiğini iddia eden süper güçlerin halleri ortada. Ya silah verip ufak devletleri birbirlerine kırdırıyorlar ya da terör örgütlerini destekleyerek, onları kendi kirli emelleri doğrultusunda kullanıyorlar.
Affedersiniz ama eskiden bu denli namertliklerin bile bir raconu vardı; daha da önemlisi, bu tür kepazelikler gizlilik içinde yürütülürdü.
Şimdi ise, en kepaze haller tüm dünyanın gözleri önünde pervasızca icra edilmekte ve en ufak bir sakınca (beis) görülmüyor.
İşte gördünüz; ABD vatandaşı olan Müslüman bir gazeteci (Cemal Kaşıkçı), evrak almak için girdiği İstanbul’daki Suudi konsolosluğundan bir daha çıkmadı.
Bu cinayeti ya da en hafifinden insan kaçırma olayını, dikkat edin, herhangi bir terör örgütü değil, devlet ya da devletlerin gizli servisleri ortaklaşa gerçekleştiriyor.
ABD Başkanı Trump, Türkiye’de yargılanmakta olan bir vatandaşı için (rahip Brunson) dünyayı velveleye vermesine karşın, bu olayı, sade suya tirit cinsinden bir açıklamayla geçiştirmeye çalıştı.
Trump’ın, Suudi Arabistan ziyaretindeki altın küre etrafında yaptığı kılıç dansının manası anlaşıldı. Daha önceden, terörist devlet olmasına karşın, İsrail’i bu haliyle
Yeni sistemde Cumhurbaşkanlığı kararnamelerini dillerine dolayanlar var. Halbuki bu sistemde yürütme tek kanattan oluşmaktadır. Bu yüzden yürütme yetkisini kullanan Cumhur-başkanı’nın sorumsuzluğu kaldırılmış, belli şartlarla cezai sorumluluğu getirilmiştir.
Üstelik yeni sistemin kararnameleri, eskisi gibi Meclis’in raflarında olup, ‘Biz yaptık oldu!’ cinsinden değildir. Demokrasinin ruhuna uygun şekildedir. Şöyle ki: Olağanüstü hal sırasında çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri Resmi Gazete’de yayımlandıkları gün TBMM’nin onayına sunulmak ve yayım tarihinden itibaren üç ay içerisinde görüşülüp sonuçlandırılmak zorundadır.
Üç ay içinde sonuçlandırılmayan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri yürürlükten kalkmaktadır.
Daha önce de yazmıştık; yeni sistemde ne Cumhurbaşkanlığı ve ne de Bakanlar Kurulu (Kabine), TBMM’ye kanun teklifi veya tasarısı sunamıyorlar. Bunun tek istisnası, Cumhurbaşkanı’nın sadece bütçe ve kesin hesap kanununu Meclis’e sunmasıdır.
Cumhurbaşkanı’nın Meclis’e sunduğu bütçe kanun teklifi süresinde yürürlüğü konulamazsa, geçici bütçe kanunu çıkarılır. Geçici bütçe kanununun da çıkarılmaması durumunda, yeni bütçe kanunu kabul edilinceye kadar, bir önceki yılın bütçesi,