Canlılık ve birlikteliğin uyumu gökkuşağı… Birbirinden farklı 7 renk, bir arada öyle güzeldir ki, “İşte! Doğanın sanatı!” dedirtir. Her yağan yağmur sonrası, gökyüzünde gözler onu ararken… Gün gelir, prizmayı keşfeder insanoğlu. Bir bütünün parçaları olduğunu gösterir 7 renk birden.
Yıllarca sanatın da renklerine tek tek: “Resim ve Heykel, Müzik, Tiyatro, Dans, Edebiyat, Mimari” denirken… Gün gelir, kamerayı keşfeder insanoğlu. Ve 7. Sanat, Sinema doğar ve hepsinden bir bütün oluşturur.
Sanat derken nereden başlayacağıma şaşırıyorum… Sinema, belgesel, animasyon, dizi, reklam, yapımcı ve yönetmenler, oyuncular, müzik, stüdyolar, yayın kanalları… Dünyada yıllık 200 milyar dolarlık büyüklükte olan dev bir sektör bu aslında: “Film Endüstrisi”. Ülkelerin tanınırlığına etkisi kadar ekonomik anlamda da ciddi bir güç ve katma değer…
Ve dijital çağ, bu sektör için çok ayrı bir değere sahip. Örneğin, Korona salgını sürecinde, Mart ayına kadar 15 milyon 800 bin yeni üye kazanarak dünya geneli abone sayısı 183 milyona ulaşan Netflix’in hisseleri de aynı dönemde yüzde 11 artış gösteriyor.
Küresel pazarda bunlar yaşanırken, ne mutlu ki ülkemiz de bu endüstride dizileriyle birçok ülkeye damgasını vuruyor ve dizilerimizin ihraç ürünü olarak 300 milyon dolar gibi rakamlarda olduğu söyleniyor. Peki, kimler bu işin mutfağında olanlar?
Şebnem Kitiş... Kıpır kıpır, çok zeki, sohbetine doyum olmayan, gencecik yaşında anneliğini yaşarken, cesurca atıldığı yapım şirketiyle girişimci bir kadın. Onlarca uzun ve kısa metraj filmin yapımcısı, yüzlerce reklam filmi… Belgeseller, içerikler.
Şebnem, 7 renkli gökkuşağını gösteren prizmayı ve 7. sanatı doğuran kamerayı, birçok rengi ve değeri, tarihten geleceğe süzgecinden geçirip, yeniden bir bütün oluşturmak için, yıllardır hakkını vererek kullananlardan... Ve Leonardo Da Vinci’den örnek veriyor bana: “Görmeyi öğrenin… Her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu fark edeceksiniz…”
- Şebnem Kitiş’i tanıyalım şimdi…
- Babamla annem yeni evliler, babam Ankara’da Ulaştırma Bakanlığı’nda çalışırken, dedem bütün çocuklarını Un Fabrikası kuracağız diye yanına çağırınca memleketleri Dinar’a dönmüşler. Dinar’da doğdum, okul yine Ankara; TED Ankara Koleji’nde yatılı okudum. Oradan Eskişehir Anadolu Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümü.
- Dinar çok güzel bir memleket. Nasıl anıların oldu İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlere göre?
- Evet, kesinlikle çok güzel. Çocukluğum her çeşit meyve ağacı olan evimizin bahçesindeki, dedemin özenle aşıladığı, bir tarafı kara, bir tarafı beyaz dut ağacının tepesinde geçti. Ben kara dut tarafına ev kurmayı severdim. O taraf daha yüksekti. Benimle oynamaya gelen arkadaşlarım da beyaz dut tarafına ev yapabilirlerdi.
- Çok güzel. Bu bana Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanını anımsattı.
- Ağaç tepelerinde gezen yaramaz bir çocuk imajı çizmiş olabilirim ama öyle değildim. Abim ve ablamın efsane yaramazlıklarından usanan ailemi rahatlatmak için dünyaya gelmiştim sanırım.
- Genelde ailenin en küçüklerinin daha yaramaz olduğu söylenir, sen de aksi yaşandı sanırım.
- Şöyle özetleyeyim. Bugün ben olan Şebnem’i o günlerin şekillendirdiğini düşünüyorum. Dinar’da sokağımızda sanayici 2 aile, bir sobacı, bir de büyükelçi otururdu. Sınıf arkadaşımın babası Ulaştırma Bakanı’ydı. Karşı komşumuz iş adamı aynı zamanda İstanbul’da sık sık ünlü şairlerle buluşan taşralı bir şairdi. Bir de sokağımızdan o meşhur Dinar Bandosu geçerdi. O günlerde benim için en değerli şeyse kütüphanesi olan tek evin bizimkinin olmasıydı. Kız olsun veya erkek olsun benim büyüdüğüm çevrede eğitim çok önemliydi.
- Sinema ve reklam dünyası yaratıcılığın en net görüldüğü alanlardan. Ailenin nasıl etkisi oldu sence sende?
- Babamın birçok farklı şeye merakı vardı. Her seyahatinden sonra daha önce hiç görmediğimiz hatta o günün Türkiye’sinde çoğu kişinin dahi görmediği şeylerle dönerdi. Hindistan cevizi, konuşan bebek, bahçeye dikmek için siyah lale tohumu vs. Bunun yanı sıra bahçedeki taş ocaklı mutfakta anneler, kadınlar kışlık yufka pişirir, bir yandan da tarladan toplanan haşhaşların tohum içleri çuvallara doldurulurdu. Herkesin iç içe olduğu, hep birlikte vakit geçirdiğimiz zamanlar...
- Ne kadar güzelmiş. Gelelim sendeki gelişimin temellerini atan kardeşlerine de…
- Tabii… Ablam, mahallenin çocuklarını toplar, evdeki kumaşlardan, perdelerden tiyatro salonu kurardı. Abimle birlikte doğum günüme gelen arkadaşlarımı eğlendirmek için kukla oynatırlardı. Kırmızı ve lacivert el işi kağıtlarından taçlar yapıp, çocuklara takarlar ki bu taçları çocuklara sattıklarını sonradan öğrendim.
- Bu çok sevimliymiş. Ya sen?
- Ben sakin bir çocuktum. Kapımızın önünde bir arkadaşımla, daha çok küçükken, ilkokul zamanlarımızda tezgah açıp, kitap kiralardık.
- Girişimci bir kadın olacağın o günden belliymiş. Yapımcılık ile yaratıcılık birleşince mucize eserler çıkıyor. Kendini burada nasıl konumlandırıyorsun?
- Yönetmenler, senaristler, yaratıcı ajanslar, müzisyenler, oyuncularla çevriliyken, yaratıcılığımı nereye oturtabilirim bilmiyorum. Kendimi bu anlamda çok şanslı buluyorum. Bir proje için bir araya gelen herkesin, o işin en iyisi olması için tüm yaratıcılıklarını kullandığı bir sektörde çalışıyorum. Her departmanın o işe katkısı çok değerli. Ben merak ederek öğrenip, öğrendiklerimi işime kanalize etmeye çalışıyorum. Yaratıcılık araştırma, öğrenme, okuma ve tüm bunları hep tekrarlamayla oluşan bir birikim belki de.
- Genç yaşta bir anne ve yine genç yaşta girişimci bir kadınsın. Ve sinema sektörünün o koşuşturmacası. Nasıl başardın hepsini birden?
- Evet, neredeyse tüm hayatım aslında bu sektörde geçti. Çünkü, ben önce eşim sonra da tamamen ortağım olarak hayatıma devam ettiğim Tunay Vural’la üniversitede tanışmıştım. Mezun oluşumuzdan 1 hafta sonra aynı yerde çalışmaya başladık. Her şeye sıfırdan başladık. Bu dönemin içinde sadece film yapmak yok. Neler neler geçirdik… Körfez krizi, ekonomik kriz, film ve reklam sektörünün tamamen durmasıyla, böyle bir dönemi atlatabilmek için organize edilen VİP partiler, etkinlikler dahi düzenlediğimiz oldu.
- Sahada yetişmek de bu olmalı. Örnek verebilir misin?
- Uluslararası Habitat II Kent Zirvesi’nin (United Nations Conference on Human Settlements City Summit) Metin Deniz ve Arhan Kayar tasarımındaki kapanış etkinliği koordinatörlüğünü yaptığım bir dönem var ki onu anlatmak çok uzun sürer. Boğazı ve köprüyü kapsayan bir etkinlikti. Üstelik o geceyi Çırağan Sarayı’ndan izleyen davetliler arasında Fidel Castro vardı, bense elimde 3 telsiz köprünün üzerinde.
- İnanılmaz bu. Fidel Castro… Peki, bu ekonomik krizler sonrası yapımcılık için girişime nasıl adım attın?
- Kolay bir karar değildi elbette. Nihayetinde “…en kötü denedik, olmadı…” deriz diyerek Tunay’la 1999’da PTOT filmi kurduk. Benim Reklam Filmi Yönetmenliği, Tunay’ın da Reklam Yapımcılığı yaptığı, ama aslında şirketin ilk yılları olduğu için herkesin her işi yaptığı zamanlar. Uzunca bir süre reklam filmi yönetmenliği yaptıktan sonra mezun olduğumda tek amacım olan sinema filmi çalışmalarına doğru kaydım. Bu arada 2001’de kızım doğdu.
- Gerçekten büyük cesaret. Çocuk da yaparım, kariyer de demek olmuş seninkisi. Peki, “Bunun yeri bende çok özel” dediğin bir projen oldu mu?
- Her proje, üzerine çalıştığım dönemde en önemli işim oluyor. Ama filmlerin yanı sıra ‘Asmalımescit Burnumun Dibi’ Belgesel niteliğindeki kitap projesi benim için hep çok özel olacak.
- Çok değerli projelere imza attın. Şans etkeni için ne dersin?
- Evet, kendimi şanslı gördüğüm konu çok değerli yönetmenlerle çalışmış ve halen çalışıyor olmam. Mesela, Umur Turagay ve Ozan Açıktan ile çalışıyor olmak beni zaten hayallerimin gerçeğinin içinde tutuyor.
- Yapımcılığından yola çıkarak Türkiye’de sinema ile dizi sektörünü kıyasladığımızda diziler daha öne çıkıyor. Peki, Türk sinemasının ihtiyacı nedir?
- Bu soruya tamamen kişisel gözlemim üzerinden cevap vereyim. Yanlış hatırlamıyorsam 90’lı yıllarda sinema salonlarında gösterilen filmlere kota konularak çoğunluğu Amerikan yapımı filmler gösteriliyordu.
- Bu çok acı…
- Türk sinemasına tekrar ilgi gösterilmesi 2000’li yıllarla birlikte komedi filmlerinin ağırlık kazanmasıyla oldu. Aynı zamanda TV kanalları da ön plana çıkmaya ve gelişmeye başladı. Sinemaların yerini tamamen alamasa da, televizyon kanallarında dizilere doğru ciddi bir kayma yaşandı.
- Dizilerimiz de dünyada hatırı sayılır bir yere geldiler… Ne durumdayız bu alanda?
- Şimdilerde Türk TV dizilerinin satış ve izlenme rakamları dünyada ilk 5 içerisinde. Üstelik sadece Ortadoğu değil, Balkanlar ve özellikle Güney Amerika’da ciddi bir karşılığı olduğu söyleniyor.
- Dizilerdeki bu gurur verici gelişmeleri Türk sinemasında da yaşamayı istersek?
- Bence Türk sineması, İran sineması gibi kendi özgün hikayelerini anlatabilmeli. “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni”, “Selamsız Bandosu” gibi örneklerin bugünkü karşılıkları ne ise o hikayeleri anlatmalıyız diye düşünüyorum. Burada kara komedi türünü çok sevdiğim içim benim içimdeki ibre hep o tarafa kayıyor da olabilir. Anlatım ve teknik donanım uluslararası düzeyde ama hikayeler bu topraklardan olmalı…
- Herkesin merak ettiği bir konu… Karşılaştırma yapmamız gerekirse teknik alt yapı yeterliliğimizi düşünerek, bizden de bir uzay, bilim kurgu veya fantastik yapım çıkar diyebilir miyiz?
- Teknik altyapımız sektörel hacimle doğru orantılı. Elbette kalite açısından altta kalır yanımız yok, ama Hollywood’u önümüze koyarsak yılda ürettikleri film sayısı, sektör çalışanlarının sayısı, kullanılan ve geliştirilen tekniklerin elbette pek karşılaştırılacak tarafı olamıyor. Biz o konudaki filmlerin şimdilik komedisini çıkarabiliyoruz.
- Şimdiye değin çok farklı reklam filmlerini yaptınız. Peki, reklam yapımcılığı alanına dijital dünya farklı bir ivme kazandırdı diyebilir miyiz? Adı üzerinde “Reklam Filmi” diyoruz. Yeni çağ fenomenleriyle yapılan cep telefonuyla çekilen reklamlarla kıyaslayabilir misin?
- Bu konu özellikle de Korona salgını günlerinde öyle tartışmalı bir konu ki... Hatta, bizim sektörde de dijitale geçildiğinden beri sürekli tartışılıp, bir yere varılamıyor. Ben reklam filmlerini 35mm çekiyordum diyerek bu soruyu geçiyorum.
- Peki, Netflix gibi yeni yayın platformları. Reklama olmasa da sinema ve dizi sektörüne dijital dünyanın faydası dokundu diyebilir miyiz?
- Çok hem de. Dijital yayın platformları tam da bu dönemde müthiş karşılık buldu hepimiz tarafından. “Hakan: Muhafız” ve “Atiye”’nin uluslararası izlenme oranları konusunda da oldukça olumlu dönüşlerden bahsediliyor. Halihazırda yapılan başka prodüksiyonlar da var. Eminim devamı da gelecektir.
- Sizin de yakında Netflix ile bir çalışmanız var. Ne zaman yayına giriyor?
- Çok heyecanlıyız. Bizim OG Medya ile yapımını gerçekleştirdiğimiz Ozan Açıktan’ın yönettiği “Yarına Tek Bilet” filmimiz de 19 Haziran’da Netflix’de yayına giriyor.
- Korona dönemi sonrası sinema gibi kapalı toplu buluşma alanlarından bir süre uzak kalıyoruz. Yapım sektörü nasıl yol almayı hedefliyor?
- Korona öncesinde de hatırlayacağımız gibi sinema salonlarıyla ilgili aslında sektörel ama izleyiciye yansıyan bir fiyat politikası karmaşası yaşanmıştı. Filmler ilan edilen tarihlerde giremediler vs. Üzerine bir de Korona. Doğrusu, hep birlikte bir an önce setlere dönmek istiyoruz. Fikir aşamasında olan, ön hazırlıkları tamamlanıp çekime günler kalmış ve hatta çekimleri bitmek üzere olan bir sürü proje var. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada geri dönüşün koşulları tartışılıyor. Kademeli bir dönüş olacaktır ama dev prodüksiyonların sırasına daha var bana kalırsa.
- Uluslararasılaşmaya ne derece önem verdiğini seninle birçok konuşmamızdan biliyorum. Peki, festivallerimiz hakkında da görüşlerini almak istersem...
- Tabii… İstanbul Film Festivali oldukça prestijli ve yıllardır çizgisini bozmayan uluslararası bir film festivali. Tam da bu tarihlerde gerçekleşiyor. Festivalin direktörü Kerem Ayan karantina günlerinin başlarında yaptığı bir söyleşide, festivalle ilgili ne tür önlemler alacaklarını, nasıl bir yön belirleyeceklerinin kararlarını alma aşamasında olduklarından bahsediyordu.
- Hızlı bir şekilde harekete geçtik diyebilir miyiz?
- Hem de nasıl. Diğer ülkelere kıyasla çok hızlı hareket ederek şu sıralar bazı filmlerin çevrimiçi gösterimlerini açtılar. Mubi’yle ortaklaşa harekete geçtiler. Festivaller bir anda dijital dünya ile birleşti. Geçici bir süre için de olsa hızlı adapte oluyoruz. Bir süre önce de yine “İstanbul Film Festivali Köprüde Buluşmalar” uluslararası atölyelerini yine çok hızlı ve belki de dünyadaki birçok benzerinden de önce dijitale taşıdı. Birlikte çalıştığımız genç yönetmenlerimizden Emre ve Gözde’nin “Rahmet” projesi gibi ülkemizdeki diğer projeleri anlatma ve birçok uluslararası katılımcıyla bu yolla tanışma imkanımız oldu.
- Bir yapımcıdan, yönetmenden ütopik bir hayal kurmasını istersem…
- Engin Geçtan, “İnsan Olmak” kitabında: ‘Samimiyetsizlik uygarlıkla gelişmiştir. Çünkü, uygarlıkla birlikte diplomasi de gelişmiş, çalınacak şeylerin sayısı artmıştır. İlkel insanlarda mülkiyet geliştikçe hırsızlık ve yalan da başlar.’ Benim, yaşadığımız dönem içindeki en büyük derdim samimiyetsizlik. Uygarlığı başa saramayacağımıza göre bunun bir dengesinin kurulmasının keşfedilmesi ve samimiyet duygusunun geri gelmesi hayallerimden biri. İster uçan arabalarda yaşayalım ister kırlarda, bayırlarda.
- Tahminimden çok farklı bir cevap geldi. Gerçekçi bir istek geldi… Ya başka?
- Ve en çok hayalini kurduğum şey ise yerel tohumlarını yetiştiren, kendi üretimiyle kendi kendine yeten bir ülkede yaşadığımızı görebilmek... Ütopik değil mi?
Twitter: @FlzDag
Instagram: benfilizdag