Zuhal bir anne. Oğlunun “‘Benim Annem Ankara’ydı. Denizi, Boğaz’ı yoktu ama direnişti, mücadeleydi!” dediği. O Ankara ki, üç erkek evladına “Hansel ve Gretel”deki kurabiyeden ev gibi bir yuva inşa ediyor. Camları, kapısı, sundurması, çatısı şefkat kurabiyesinden.
Zuhal’in Peter Pan Sendromu’ndan muzdarip eski kocası Hasan. Yetişkin gibi davranmayan, aileyle ilgili hiçbir sorumluluk almayan bir çocuk adam. Büyümekten korkan, büyüdüğünü kabul etmeyen, güven vermeyen bir karakter. Sorumluluktan inşa edilen aile kurumunun onda yarattığı baskı nedeniyle her fırsat bulduğunda bir ergen gibi aşktan aşka koşan. Bu aşkların sonuncusunda Zuhal şefkat kurabiyesiyle örülmüş evinden atıyor Hasan’ı. Milli Eğitim Bakanlığı’ndan emekli olmuş bir kadın o. Bir Halk Ekmek bayisi alıyor. Sabah kör karanlıkta, üç yaşındaki küçük oğlu Bağış’ı sarıp sarmalayıp bayiyi açıyor ve ekmek satmaya başlıyor. Zuhal ‘adı olan’ bir kadın. Kolu kanadı kırılsa da, kendine yaslanarak dimdik uçuyor. Mücadeleden mücevherlerini takarak, zarafetle.
Tüm annelere şifa olsun
Büyük oğulları Burak, babasına benzemekten ödü kopsa da, büyümeyi reddeden, sorumluluktan kaçan, bir başka “Peter Pan”. 16 yaşında ve çocuk olmakta diretiyor. Annesine ve kardeşlerine sahip çıkmayı dayattığı için hayat, çok öfkeli çok hırçın.
Ailenin ortanca çocuğu Başar henüz 11’inde. Boyundan büyük ailevi dertlerle başa çıkabilmek adına hayal dünyasına tutunuyor sımsıkı. Şiir yazıyor. Tiyatroda oynuyor. Annesinin şefkat kurabiyesi evini tüm ailenin toplandığı bir yuva hâline getirebilmek için çırpınıp duruyor. Kardeşi Bağış yuva çocuğu ve onun yuvası o ekmek bayisi. Oyun alanı ise Halk Ekmek’in karşısındaki park. O da Barış gibi babası eve dönsün istiyor.
‘90’lı yıllardan kalan bu aile portresini çarşamba günleri Kanal D’de ekrana gelen “Annem Ankara”da izliyoruz. Zuhal’i canlandıran Bergüzar Korel içindeki binbir çeşit anneden en şefkatlisini oynuyor. Üstelik şahane oynuyor. Mehmet Günsür, Hasan rolünde tüm o Peter Pan kırgınlıklarını ve korkularını dize dize aktarıyor bakışlarında, duruşunda. Oyunculuğu şiir gibi. Çocukları ve geniş ailenin her bir üyesini canlandıran oyuncular – özellikle Sevinç Erbulak – samimi ve sahici performanslarıyla, dizinin gerçeklik duygusunu zirveye taşıyor. Ama benim başrolüm dizinin senaristi Başak Angigün. “Hikâye tüm annelere şifa olsun, hepimize iyi gelsin” diyen.
Yazarlar ve şairler, yazdıkları öykülere, romanlara, şiirlere sızar. Kimse bilmez ama o bilir. Senaryo yazarları için de geçerli bu. Eski bir hafıza kaydı, bir karakteri şekillendirebilir. Ama oturup kendi annesini, doğal olarak kendi hikâyesini anlatmak bir dizide rastladığımız bir durum değil. Bu anlamda “Annem Ankara” bir ilk. Dizi jeneriklerine iliştirilen “Gerçek hayat hikâyesinden uyarlanmıştır” sözü bir tür reyting garantisiyken biz bu dizide gerçeğin ta kendisini izliyoruz. Elbette senaryo tekniğinin gereklerini uyguluyor Angigün. Bunu müthiş bir incelikle yapıyor; bazı sahnelerde mıhlanıp kalıyoruz, çöz boğazındaki o düğümü, çözebilirsen. ‘Anlatma göster’ kuralı çerçevesinde Zuhal’i annesinin ölümünden haberdar edecek misal. Hastaneden kaçıp evine gittiğinde Barış’ın kapı önüne koyduğu bir çift siyah ayakkabıdan anlıyor Zuhal, annesinin öldüğünü. Titreyen elleriyle dokunduğu ayakkabının yarattığı keder oyuncunun gözlerinde konuşuyor, tek kelime etmeden.
Daha önceki başarılı senaryolarından da biliyoruz ki iyi bir senarist Başak Angigün. “Annem Ankara”da senaryo tekniğinin içine ‘gerçek’leri öyle diyaloglarla teyelliyor ki, güçlü bir katarsis çıkıyor ortaya. İnsanın ağusunu alan türden. Okan Yalabık’ın Başar’ı konuştuğu dış sesteki zarif edebiyat, dizi arasında ‘büyük bir roman’dan birkaç satır okuma mutluluğu veriyor. Hepsinden önemlisi bizi tarifsiz güzellikte bir iyilik hissine maruz bırakıyor “Annem Ankara”, iyiyi ortaya çıkaran kötüleri dışlamadan, gerçeğin ellerini sımsıkı tutarak.
İnsan aklıyla dalga geçen, entrikadan, saçmalıklar silsilesinden, acı pornografisinden beslenen senaryolar artık kesmiyor dizi izleyicisini. O, gerçeği istiyor. Hüznüyle, sevinciyle, acısıyla, tatlısıyla. Gerçekten esinlenmek değil. İzleyiciye gerçek lazım. Dostoyevski’nin de dediği gibi “Gerçek sizi güçlü kılar”.
Kaleminizin yolu hep açık olsun Başak Angigün.
İyi pazarlar.
Özay Şendir
2025’te olacaklara dair…
29 Aralık 2024
Abbas Güçlü
“İTÜ aradığı Yıldızı buldu”
29 Aralık 2024
Zeynep Aktaş
Faizde düşüş trendi yatırımda rotayı değiştiriyor
29 Aralık 2024
Ali Eyüboğlu
Dijital kanalların seyirciyle bağı yok
29 Aralık 2024
Güldener Sonumut
Avrupa’da söylemle eylemin 50 tonu ve 2025
29 Aralık 2024