<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Bazı vazgeçilemeyen toplumsal davranışların özünde asırların beraberinde getirdiği genetik bir alışkanlıklar zinciri olduğundan bahsedilebilir. Bu bir şeyi ille atma refleksi daha çocukluk yaşlarında taş atma şeklinde görülür. Eski asırlarda bu alışkanlık askerlik döneminde ok atma ile ortaya çıkar. Daha sonra evlenince dayak atma, terlik atma ve vazo atma gibi bir alışkanlığa dönüşür ve yadırganmaz. Sportif alanda ise bu iç dürtü refleksi sahaya taş, şişe ve cep telefonu atma ile tatmin yolunu arar.
Burada ateşlenme seviçte ve üzüntüde aynı derecede olmaktadır. Galibiyet de olsa, mağlubiyet de olsa atılacak bir şey muhakkak bulunmalıdır. Siz istediğiniz kadar kardeşim başımıza ileride ciddi problemler çıkacak deseniz de bu özel dürtüyü önleyemezsiniz. Çünkü bu genetik dürtünün eğitim ve kültürle alakası yoktur. Mesela Fransız, Hollanda, Alman pasaportlu yabancı kültürde yetişen ve yaşayan ikinci ve üçüncü jenerasyon vatandaşın da bu dürtüsü aynen ana vatanındaki gibidir. O da sahaya şişe ve taş atacaktır. Çünkü alışkanlıklar, kromozonları daha terkedememişlerdir.
&nb
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Maç başlayalı yirmi dakika olmuştu. Beckham, Fenerbahçe'yi 1-0 öne geçirmişti. İyi de oynuyordu. Oynamasın mı? Transferi için tam 40 milyon Euro almıştı. "Türkiye benim ana vatanım" demişti. Bu bir İngiliz için, çok güzel bir jestti. Tribünler "Sarı Kanarya" sesleriyle inliyordu. Fenerbahçe Başkanı, yaptığı bu transferle seçimleri garantilemişti.
Ama uzun sürmedi. Zidane golünü atıp, Galatasaray'ı beraberliğe taşımıştı. Şimdi de tribünlerden, "Cim - Bom, Cim - Bom" sesleri yükseliyordu. Zidane'ın attığı bu şahane golü, Fenerbahçe Başkanı ayakta alkışlıyordu. Sahada 40 bin seyirci vardı. Bunun yüzde 60'ı bayan seyircilerdi; Beckham için gelmişlerdi. Galatasaraylı olmalarına rağmen, Fener'i alkışlıyorlardı. Zidane için de 35 milyon Euro verilmişti. Bu şizofrenik bir durumdu. Ama, muhakkak ki gelecek yıl Fair Play ödülleri, Galatasaraylı bayan seyircilerle, Fenerbahçe Başkanı'na verilecekti.
Son maçlarda artık şişe de atılmıyordu. Çünkü sahayı, Beckham'ı görmeye gelen Galatasaraylı bayanlar dolduruyordu. Ne hikmetse bu arada çok fazla Japon kadınlarına rastlanıyordu. Ve bu durum,
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Trafikte kırmızı ışıkta geçmek, kültürsüzlük mü, yoksa alışkanlık mı?
Zaman aşımı içinde alışkanlıklar utanç verici şekilde kültür boyutunu aşabilirler. Yani iyi eğitilmişler de, kaideleri dikkate almayabilirler. Ve maalesef bu toplumsal bir umursamazlık haline gelebilir. Herkesi, belki kültürlü yapamazsınız, ama alışkanlıkları önlemek için tedbirler alabilirsiniz.
Trafikteki laubalilikleri toplumsal olarak kanıksayıp alışmış değil miyiz? Aynı şekilde maçlarda sahaya yabancı madde atılmasına da alışmış değil miyiz? Şimdi oturmuş yabancı basına kızıyoruz. Türkiye'deki bütün sahalarda yabancı madde atılmıyor mu? O zaman bunu birkaç kişi yapıyor diyebilir misiniz? Ah ne ayıp deyip, yazıp çizip üç gün sonra unutmuyor muyuz? Ve neticede bu hal ülkenin her yerinde bir alışkanlık haline gelmiyor mu?
Yöneticilerimiz uyuyorlar mı? Yoksa kaidelere, yasaklara uyulmaması karşısında susmak, tedbir almamak acaba geleneksel bir genetik özellik mi?
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Lefter'in Fenerbahçe'nin son durumu dolayısıyla gözyaşları döktüğü resmi, eski futbolcuların renk aşkını bize bir daha hatırlattı ve toplumların globalleşme adı altında ne kadar değiştiklerini gözönüne serdi.
Siz bir Fenerbahçe taraftarının Galatasaraylı olabileceğini veya bir Galatasaraylı'nın Beşiktaşlı olabileceğini hiç düşünebilir misiniz? Taraftar olmak adeta bir din mensubu olmak gibi sağlam bir inanış haline gelmiş. Ama oyuncular... Onlar artık Lefter gibi değiller. Formasını değiştirdiği anda dini de, imanı da, rengi de değişiyor. Satılık lejyonerler gibi. Parayı kim verirse peygamber o. Ya teknik direktörler... Kim parayı basarsa, orası onun vatanı oluyor. Yeni vatanda krallar gibi karşılanıyor. Kral öldü, yaşasın kral misali. Taraftarın ise tek bir vatanı var, renkleri... Ölse de ondan vazgeçmiyor. Karda kışta, yağmurda çamurda, sıcakta soğukta, bu paralı askerlerin, milyon dolarlık yalancı kralların peşinde koşup duruyor. Sırf renkleri çıtadan inmesin diye. Yeni dünya işte böyle garip bir dünya. Ağlayanı sadece Lefter.
 
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Biz şarklılar nedense sevgimizi de, nefretimizi de bazen belli hudutlar içinde tutmayı bilmeyiz. Ah şu abartma huyumuz. Ya çok kızar, bir çuval inciri lüzumsuz yere berbat ederiz veya sevgimizi yere göğe sığdıramayız. Nedendir bilinmez.
Son yıllarda başarıları da abartmaya başladık. Hele hele şu plaket verme huyumuz. Birilerine haklı olarak başarı plaketleri verirken aman o da üzülmesin, öbürünü de darıltmayalım, ona da verelim, buna da verelim derken bakıyorsunuz 30 - 40 kişi birden podyumlara çıkıyor. Böylece hakiki değerler diğerlerinin yanında silinip gidiyor. Ve ödül anlamını kaybediyor. Yakında bu ödüllendirme işini muhtarlar da yapmaya kalkarsa şaşırmayalım.
Bazıları kızacak ama, yağ çekelim diye, yerimizi sağlamlaştıralım diye, biz de bir şey yapalım diye ortaya çıkmanın anlamı yok. İşi tadında bırakmak en iyisi. Sanatta da, politikada da, sporda da ne olur küçük politik hesaplarla hakiki değerleri soldurmayalım.
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Siz hiç eski tarihli gazeteleri tekrar okur musunuz? Mesela 15 gün evvelinden başlayarak bugüne kadar çıkmış gazeteleri gözden geçirdiniz mi?
Günlük gazetelerinizi zaman zaman atmayın. 15 gün geçince bunları sıraya koyup, yeniden okuyun. Emin olun zevkten dört köşe olacaksınız. Köşe yazarlarını, verilen demeçleri, haberleri, tenkit yazılarını ve teknik direktörlerin söylediklerini okudukça, allah allah adama bak ne demiş, bugün ne diyor diye kahkahayı atabilirsiniz. Yahut bir psikologa görünmeniz icab edebilir. Herhalde bizlerin lüzumsuz laf üretmedeki merakımız ve hünerimiz buna sebep oluyor. Zaten bu yüzden de ben öyle demedim, yanlış anlaşıldım gibi mazeretler ve kıvırmalar da buradan kaynaklanıyor.
Tabii, günlük havaya da uymak gerekiyor. Taraftarın nabzına göre şerbet vermek için. İşler ters gidince, gelsin aksi iddialar. Tabii bu yüzden büyüklerimiz boşuna dün dündür, bugün bugündür buyurmamışlar!
Siz siz olun, gelin dediğimi yapıp eski gazetelerinizi sakın atmayın ve birkaç gün sonra tekrar okuyun. Göreceksiniz hiç polisiye roman okumanıza ihtiyaç
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Hiç dikkatinizi çekti mi bilmiyorum. Bazı, bilhassa ticari arabaların arkasında "Sürücünün hatalı davranışlarını lütfen aşadığındaki numaralara bildirin" yazılı. Farzedelim sürücü hata yaptı ve telefon ettiniz. Ya sürücü "ben hata yapmadım" derse. Doğrusu merak edilecek bir husus.
Tıpkı futbol hakemleri gibi. Esasında hakemin hataları varsa, "lütfen bize bildirin" diyen bir makam da yok. Mantıklı düşünürseniz trafik olaylarında olduğu gibi futbolda da subjektif ve objektif yargıların bir değeri çok defa yoktur. Birinin hatalı bulduğuna bir diğeri hayır diyebilir. Ama ne hikmetse bazı televizyonlarda eski zaman kadılarında olduğu gibi verdikleri hükümler değiştirilemeyen hocalar var. O yüzden yakında bu televizyonlarda sürücünün pardon hakemin hatası varsa bize bildirin gibi bir reklama rastlarsanız şaşmayın.
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Bir adale strese ne kadar tahammül eder söyleyebilir misiniz? Normal insanlar adalelerini zorlayınca ertesi gün adale ağrılarından ve kramplardan şikayet ederler. Ama profesyonel sporcular için bu hal söz konusu değildir. Hele hele futbolcular için.
Lig maçları, Şampiyonlar Ligi, UEFA Kupası, milli maç ve antrenmanlar derken bu futbolcuların adaleleri hemen hemen her gün çalışmakta ve yorgunluklara alışmaktadırlar. Peki ama profesyonel adaleler yukarıda sorduğumuz gibi bu strese ne kadara kadar tahammül edebilirler? Zira bir araştırmaya göre profesyonel futbolcuların normal insanlarda görüldüğünden daha fazla, tedavisi mümkün olmayan bir adale hastalığa tutuldukları görülmektedir. Neden? Tesadüf mü, bilinmez. Panik yapmaya da lüzum yok. Ama görülüyor ki profesyonel futbolcu olmak kolay bir iş değil. Sakatlıklar, hastalıklar bir yana maç kazanmadıkça kimseyi memnun edemiyorsunuz. Ne seyirciyi, ne başkanı. İstediğiniz kadar sağlığınızı perişan etseniz de. Nitekim Atletico Madrid'in Başkanı, 100. yıl kutlamalarında takım yenilince, "Bazı oyuncuların yaşamaya hakları yok" demiş. Anlaşılıyor ki, adaleler strese ne kadar