Başarabilmek, yapabilmek bir insanın yaşam hayatında çocukluğundan itibaren en büyük uğraşılarından biri olmuştur. Hayata gelirken ya da yaşamını sürdürürken insan umulmadık bir şekilde bir veya birkaç uzvunu kaybedebilir.
Birçok engelli büyük bir azimle bu eksikliklerini dengelemeye çalışırlar. Spor bu engelleri önlemede önemli bir rol oynamaktadır. Engelliler zor sporlarda bile başarılı olabilmektedirler. Paralimpik Oyunları bu uğraşıların arkasından önem kazanmıştır. Olimpik oyunların hemen akabinde büyük bir heyecanla yapılan Paralimpik Oyunları büyük ilgi çekmektedir.
Spor sayfaları yavaş yavaş az da olsa bu spor haberleri ile donatılmaktadırlar. Aramızda kaç kişi evvelce goalball denilen spor dalından haberdardı. Ama Paralimpik Milli Takımımız bu dalda altın madalya alınca hem sevindik hem de dikkatlerimiz engelli spor dallarına yöneldi. Görülüyor ki engelli sporcularımızla daha fazla ilgilenmeli ve onlar hakkında daha fazla bilgi edinmeliyiz.
Bu görev yalnız federasyonlara değil, spor akademilerine ve en başta halkımıza düşmektedir.
Son günlerde futbolumuz hakkında yazılanları okuyunca, “Eyvah sonu geldi galiba” diye endişe ediyor olduk.
Hakikaten büyük takımların bazılarında “bu kadar kötüsünü de görmedik” dedirtecek kadar kalitesizlik belirtileri var. Bizim yaşımızda olanlar hatırlarlar, bir zamanlar Macarlar futbolda zirve yapmışlardı. Ya Arsenal takımı? Çocukluğumuzda Arsenal adı adeta futbolda ilahi bir kelimeydi. Sonra bunlar da unutuldular. Bugün “Biz de böyle oluyoruz galiba” diye endişelenen spor yazarlarımız var.
Ama futbol ölmez. Sporda çıkış ve inişlere çok rastlanır. Bilhassa futbolda ve güreşte. Tatsız olan inişin uzun sürmesidir. Bu anda cam çerçeve kırmanın, terörist hareketlere girişmenin bir anlamı yoktur. Sebepleri araştırıp, kaliteyi yeniden kurmak gerekir. Burada teknik direktör, yönetici, yerli ve karakterli oyuncu, hatta kaliteli taraftar beraber yeniden oluşmazsa uyanış uzun sürebilir.
Futbol ölmez ama seyirciyi ve sevenlerini bezdirebilir. Son günlerin teknik direktör ve yabancı transferleri üzerindeki manasız münakaşalar futbolumuzu bezdirir hale getirmiştir. Ve neticeleri de ortadadır.
Futbol dünyasında hudutlar küçüldükçe küçüldü. Küçükler büyüdü. Galler gibi, İzlanda gibi...
Herkesi şaşırttılar... Adeta Kuzey Kore’nin atom bombası yapabileceğini, sanki yeni işitmiş gibiydiler.
Sokaktaki adam son şampiyonanın kendisini eskisi gibi artık heyecanlandırmadığını söyleyebiliyordu.
Her ne kadar statlar yine eskisi gibi dolup boşalsa da sokaklardaki kahvehaneler, restoranlar, arabalar yakılıyor hatta Eyfel Kulesi bile kapatılıyordu. Neden? Hani spor insanları birbirine yaklaştırıyordu. Yaşam çok renklendi. O kadar ki futbol takımlarındaki futbolcular bile milli renklerin dışındaki çeşitli ülkelerin oyuncularıydı.
Avrupa artık radikalleşip, milletler eski milli karakterlerine dönüşmek istiyorlar. Avusturya ve İsviçre gibi... Hele hele İngiltere. Politika ve terör insanları yordu. Tuhaftır kültürel üst yapı zenginleştikçe artık yabancıları hiç istemiyor. Ve bu problemler sırasında toplumda futbola olan alaka azalıyor. İçine yabancı düşmanlığı da girince futbol futbol olmaktan çıkıyor. Yanılmadığıma ve edindiğim intibaya göre, son final maçında ekseriyet Portekiz’i tutuyordu. Fransa, Fransız’a kalmıştı. Zaten daha maçtan evvel Eyfel Kulesi kapatılmış ve hatta kuleyi koruyan
Sosyal hayatta bugüne gelene kadar bir çok kaideler, anlayışlar ve davranışlar hızla değişmektedir. Bu değişikliklerde modern hayat, internet ve televizyon yayınları ile orta sınıf kültürünün artması rol oynamaktadır.
Spor yazarları artık sayfalar dolusu maç haberleri yazmamakta, işin psikolojisine ve felsefesine inmemektedirler. Zira futbol okuyucusunun, taraftarının psikoloji ile uğraşacak vakti artık yoktur.
Onu ilgilendiren takımının kazanıp kazanmamış olmasıdır. Mesela spor magazin haberleri, şöhretli futbolcuların reklam filmleri çok daha ilgisini çekmektedir. Hele hele aldıkları paralar ve arabalar, agresyonlar, saldırganlıklar çok bilinçli değildir. Hasta taraftarın provokasyonları bunlara sebep olmaktadır. Futbol oyunu ile bu agresyonların hiç mi hiç alakası yoktur. Milli maçlardan, büyük maçlardan evvel, ‘Takımımız tarih yazacaktır’ başlığı çok sevilir, heyecanlandırır ama maç kaybedilirse artık eski günlerdeki gibi üzücü olmaz. Dün dündür. 24 saat içinde futbol dünyası o kadar renkli ve hızlı değişmektedir ki şimdi gelecek maçları düşünmek zamanıdır.
Tarih yazmak manşeti gelecek maçlar için yine atılır. Spor psikolojisine ait haberler, artık ‘islim sonradan gelsin’
Braga maçının sonucu tabii ki üzücü. Belki maç rüzgar gibi gelip geçti ama Fenerbahçe’yi perişan eden hakem unutulacak gibi değil.
UEFA’nın maçı katleden hakem hakkında bir şeyler söylememesi doğrusu garip. Ne yazık ki çok sert açıklamalarda bulunan spor yazarlarımız bir noktaya hiç değinmiyorlar.
Bir takımın bir oyun içinde haksız cezalandırılması doğrusu hakem geri zekalı da olsa, yanlış da yapsa bize bir zaafımızı, açığımızı hatırlatmalıdır. Sinirlerimize hakim olmamak. Saha içinde hakem ister bizde olsun ister UEFA maçlarında olsun hep haklıdır. Ben hatırlamıyorum. Siz bir maçta bir hakemin UEFA yönünden cezalandırıldığını ve karşılaşmanın neticesinin değiştirildiğini hatırlıyor musunuz? Bu yüzden sahada ne olursa olsun biz soğukkanlılığımızı elden bırakmamalıyız ve ne olursa olsun sinirlerimize hakim olmalıyız.
Ayrıca bundan sonra Braga maçının hakeminin hukuki ve sportif yoldan ne olursa olsun peşini bırakmamalıyız. Uluslararası ve tarafsız hakemlerin kanaatlerini öğrenerek UEFA’yı uyarmalıyız.
Bir kulübün teknik direktörü başarıdan başarıya koşarken, hele hele kendisinden sonra gelen takıma ikinci devrede sekiz puan fark yapmışken, hiç sebep yokken ‘ben gidiyorum’ der mi?
Bayern Münih’in teknik direktörü Pep Guardiola’dan bahsediyoruz. Bizde olsa adamı taşa tutarlar, ‘Aman gitme’ diye yolunu keserler. Guardiola’ya anlaşılan Münih takımı küçük geliyor. Daha büyük başarıları özlüyorum diyor ve gidiyor. Yeni durağı Manchester City olacak. İspanyol hocanın çok hissi olduğundan, kültürel yapısının zirve yaptığından hep bahsediliyor. Maçlar esnasında adeta kendisi oyundaymış gibi davrandığı söyleniyor. Bayern Münih’te bundan fazlası olmaz gibi bir korkuya mı kapıldı dersiniz?
Adamın filozofik bir düşünce yapısı olduğu söylendiğine göre bir değişiklik araması normal olabilir. Bu noktada takıma teknik direktör aranırken, yalnızca teknik kabiliyet değil, direktörün kültürel yapısını da mı araştırmalı dersiniz? Bazı teknik direktörlerin maçları kaybettikten sonra kullandığı bazı ifadeler bir kültürel eksikliği göstermiyor mu? Bu tip teknik direktörlerin bir anda takımın ve kulübün sosyal ve kültürel yapısına uygun olmadığı görülmüyor mu? Bu tip teknik direktörlerin takımlardaki
Bir Avrupa ülkesindeyseniz gazetelerin spor sayfaları ve televizyonlardaki spor yayınları başlangıçta size yavan gelebilir. Zira alıştığınız futbol yayın bolluğu spor yelpazesi içinde kaybolup gidebiliyor. Kışın sabahtan akşama kadar kayak yarışları, yazın ise yüzme karşılaşmaları bitmek bilmez. Bu yayınların mevsimlerle ilgisi yoktur. Zira dünyanın bir yerinde bu sporlar muhakkak ki yapılıyordur. Kış sporlarını sevmezseniz açın bir başka kanalı Hawai’de veya Avustralya’da muhakkak yelken yarışları vardır. Yelkenlerin çeşit çeşit renkleri içinizi ısıtır.
Bu sırada ya Paris’te veya Güney Afrika’da tenis turnuvaları devam ediyordur. Ya da aynı anda Afrika çöllerinde motor veya motorsiklet yarışları vardır. Haberlerde şampiyonların aldıkları milyonluk çekler gösterelirken, ayrı bir kanalda röportajlar yapılıyordur. Bu noktada demem şu ki Avrupalının sıkıntı içinde ‘ah şu futbol maçları ne zaman başlayacak?’ diye bir derdi yoktur.
Bizdeki kadar yaygın bir futbol tutkusuna Avrupalı’da pek rastlanmaz. Bizde futbol dedikoduları günlük hayatımızı adeta etkiliyor. O yüzdendir ki futbol gazetelerde ve televizyonlarda fazlaca yazılmaz ve konuşulmazsa günlük yaşamda adeta bir kültürel
Geçenlerde bir yazıda tecrübeli teknik direktörlerden bahsetmiştim. Haklıydım. Tecrübeli teknik direktörlerin birçok politik özellikleri de vardır. Mesela maç kazanınca nedense sert çıkarlar. Galibiyetlerden sonra ne hikmetse yumuşak olmalarını bekleyemezsiniz. Ve hele hele oyuncularının mağlubiyetlerden sonra ileri geri konuşmalarını hiç hazmedemezler. Suçluluk daima sahadaki oyunculardadır.
Galibiyetlerden sonra sertlik göstermeleri kulübe karşı olan sorumluluklarını teyit etmek gibidir. Her galibiyet onlar için bir gösteri fırsatıdır. Galibiyetlerden sonra teknik direktörlerden sıkıntılı sözler bekleyemezsiniz. Zira mağlubiyetlerden sonra sert sözler, kulüp başkanlarının hakkıdır. Sizin anlayacağınız teknik direktörlük mesleğinde sertlik tahtarevalli gibi bir küfeden bir küfeye geçer. Bu denge olmasa zaten teknik adamın suyu ısınıyor demektir.