Bugünkü yazımda iklim değişikliğiyle mücadele konusunda bugüne kadar ülkemizin attığı adımları ve Paris İklim müzakerelerinin ayrıntılarına değineceğim. Ancak, bugünkü müzakereleri daha iyi anlamak için yakın geçmişte neler yaşandığına dair bir anekdotu sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim.
1992’de Berlin’de iklimle ilgili çok kritik kararların alındığı bir toplantı gerçekleşmişti. Türkiye’nin o dönemde çoğu ülke gibi iklim değişikliği hakkında fazla bilgisi yoktu. Çevre Bakanlığı da yeni kurulmuştu.
Ülkelerin sınıflandırıldığı Berlin’de,zamanın bürokratı heyecana kapılıp Türkiye’yi gelişmiş ülkelerle birlikte, emisyonlarını azaltacak ve gelişmekte olan ülkelere finans sağlayacak ülke sınıfına yazdırmıştı.
Berlin’deki toplantıya katılan yabancı müzakerecilerin anlattıkları doğruysa bütün uyarılara rağmen Türkiye, AB ile aynı sınıfta yeralmak istemiş; böylece emisyonlarını azaltacak ve diğer ülkelere finans yardımı yapacak gelişmiş ülke sınıfına terfi etmişti.
Yanlışlık düzeltildi
Peki hangi ülkelere yardım edecektik? Çin, Singapur, Güney Kore, Hindistan, Brezilya, Arjantin ile Katar, Suudi Arabistan gibi petrol zengini Körfez ülkelerine… Bunun vahim sonuçları o günlerde anlaşılamamış, sonradan fark edilmiş, düzeltilmeye çalışılmış ama bu çok kolay olmamıştı.
Bu sebeple Türkiye, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne 12 sene taraf olmamış; nihayet 2001 yılında Fas Marakeş’te diğer ülkelere para veren ülke statüsünden çıkarılmış, 2004 yılında da Çerçeve Sözleşmeye taraf olmuştu.
2010’da Meksika’da ise Türkiye’nin yer aldığı listedeki gelişmiş ülkelere göre özel şartlar taşıdığı tanındı ve finans sağlama yükümlülüğü bulunmadığı teyit edilmişti.
Yeni iklim anlaşmasının müzakereleri boyunca ve Paris’e giderken aklımızda hep yıllar önce yapılan bu talihsiz hata vardı. Müzakerelerde ülkemizin menfaatlerini korumak için ‘nerede ne konuşuluyor’ düşüncesiyle 18 ayda 180 defa dünyanın birçok yerine seyahat ederek Türkiye’nin haklarını korumak için mücadele ettik.
Üç kırmızı çizgi
Türkiye’nin iklim müzakerelerinde, üç kırmızı çizgisi vardı. Birincisi ve en önemlisi, yukarıda bahsettiğimiz ülke sınıflandırmasının kalkması ve gelişmiş ülke statüsünden kurtulmaktı. İkincisi, “Eylül’de verdiğimiz gönüllü azaltım katkısı dışında bizden bir şey istemeyin” söyleminin kabul görmesiydi.Üçüncüsü ise “Emisyon azaltım potansiyelimiz çok yüksek, bize para verin, çok daha iyi işler yapalım” savımızın kabul edilmesiydi.
Paris’te kırmızı çizgilerimizi dile getirirken anlaşmanın uzun vadeli hedefler, uyum, isteklilik, gözden geçirme ve şeffaflık gibi konularına da destek verdik. Kırmızı çizgilerimizin ilk ikisini tam olarak Paris anlaşmasına girmesini başardık.
Üçüncü kırmızı çizgimiz olan, Türkiye’ye finans desteği verilmesi için de Fransa Dışişleri Bakanı Fabius, 195 ülkenin en üst düzeyde hazır bulunduğu oturumda yoğun gayret göstereceğine söz verdi.
Müzakerelerde her ülkenin isteğinin karşılık bulması mümkün değil ama ülkenizin taleplerini samimi, gerçekçi ve doğru biçimde dile getirdiğiniz zaman iyi sonuçlar alabiliyorsunuz.
Birleşmiş Milletlerde bu tip kararların tam bir mutabakatla alınması şartı var. Yani her ülkenin ikna edilmesi gerekiyor. Aksi taktirde siyasi irade devreye giriyor; müzakerelere ev sahipliği yapan ülkenin devlet başkanı, diğer devlet başkanlarını arayarak onları ikna etmeye çalışıyor.
En üst düzey katılım
Paris’te Türkiye çok güçlü bir kadroyla temsil edildi. İlgili bakanlıkların temsilcileri oradaydı ve çok çetin müzakereler yürüttüler. Çevre ve Şehircilik Bakanımız Fatma Güldemet Sarı da bizzat müzakere masasına oturdu ve diğer ülkelerin bakanlarıyla ayrıca yaptığı ikili görüşmelerde kırmızı çizgilerimizi belirtti, taleplerimize destek istedi. Dışişleri Bakanımız Mevlüt Çavuşoğlu da Fransa’yla diplomasi trafiğini tesis ederek desteğini esirgemedi.
Müzakerelerin ilk aşamasında Cumhurbaşkanımız da Liderler Zirvesi’ne katılarak ülkemizin yaklaşımını, kırmızı çizgilerini ve taleplerini en yüksek seviyeden ifade etti. Son üç günde de Fransa Devlet Başkanı ile iki kez görüşerek bizleri Paris’te yalnız bırakmadı, çok büyük destek verdi.
Netice itibarıyla müzakereler politik süreçlerdir. Biz de iklim müzakerelerinde ilk defa Cumhurbaşkanımızın desteğini alarak elimizi güçlendirme imkanı bulduk. 2004’te Çerçeve Sözleşmeye, 2009’da Kyoto Protokolü’ne ve 2015’te Paris Anlaşması’na ‘evet’ demek Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a nasip oldu.
Gezi olaylarında çevre düşmanı ilan edilmeye çalışılsa da Cumhurbaşkanımız siyasi hayatı boyunca çevreci tutumuyla dikkat çekmiş bir devlet adamı olarak iklimle ilgili üç anlaşmaya da taraf olma cesaretini göstermiş ve gerçek bir çevreci olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır.
Özetle Türkiye, Paris’teki iklim müzakerelerinden alnının akıyla çıkmış, ülkemizin menfaatlerine halel getirecek kararların alınmasına engel olmuş, geçmişte yapılan hataları ortadan kaldırmış ve iklim değişikliğiyle mücadelede üzerine düşen sorumluluğu yerine getireceğini taahhüt etmiştir. Eleştirileri anlayışla karşılıyor olsak da sürdürebilir kalkınma yolunda güçlü ülke olmak için çalışmaya devam edeceğiz.