Bülent Akarcalı - Eski Turizm Sağlık Bakanı
İnsan hakları ülkemizde, maalesef uzun yıllar tartışmalı konuların başında geldi. Bu hakların en yoğun ihlal edildiği dönemi 12 Eylül 1980’i takip eden yıllarda yaşadık. 500 bine yakın vatandaşımız takibata uğradı, bir kısmı yurt dışında kaçmak zorunda kaldı, binlercesi cezaevlerinde işkence gördü.
Türk fikir ve inanç hayatı üzerine kâbus gibi çöken Ceza Kanunu’nun 141, 142 ve 163 maddeleri en iyi yetişmiş yazar, şair, sanatçı, öğretim üyesi, basın mensubu, siyaset adamının hayatını mahvetti. ABD’nin şartlandırdığı Türkiye’de kırmızı ışık altında gitar çalan gençler komünist suçlamasıyla tutuklandı.
Turgut Özal’lı Türkiye
Turgut Özal ve arkadaşlarının kurduğu Anavatan Partisi (ANAP) 6 Kasım 1983’te seçimleri kazandığında, beş generalden oluşan bir yönetimin yapılandırdığı ve sıkıyönetimle takviye edilmiş, her türlü fikir ve siyaset hayatının sert ve müsamahasız denetim altında olduğu bir Türkiye devraldı.
1987’ye kadar devam eden sıkıyönetim kademeli olarak kaldırılabildi: 1985 Temmuz Ankara’da, Kasım İstanbul’da, 1987 Temmuz Diyarbakır’da. Ne demekti sıkıyönetim? Kısaca hemen hemen her konuda son sözü askeri yönetimin söylemesiydi. İlin valisi değil ilin sıkıyönetim komutanı son sözü söylerdi ve çok sayıda kurumun başında da emekli subaylar bulunurdu. 1984 mart ayında yapılan Belediye seçimlerine yani Eylül 1980’den Mart 1984’e kadar hemen hemen her belediye başkanı da asker kökenliydi. Sakın ola ki bu bilgileri ordu mensuplarımızı eleştirmek için yazdığımı sanmayın. O günün koşullarının bir tespitidir.
ANAP’ın 1983-91 yılları arasında gerçekleştirdiği en önemli icraatları insan haklarına, fikir ve inanç özgürlüğüne öncelik vermek olmuştur. Turgut Özal ANAP’ın felsefesini özetleyen ‘Teşebbüs, Fikir ve İnanç Özgürlükleri’ne sıkı sıkı bağlıydı ve bunu defalarca tekrarlamaktan çekinmezdi.
Cezaevlerinden yükselen işkence ve kötü muamele iddialarına karşı başkanlığını yaptığım ve Meclis’te grubu olan Milliyetçi Demokrat Parti, Halkçı Parti ve Anavatan Partisi temsilcileriyle Cumhuriyet tarihinin ilk Cezaevlerini İnceleme Komisyonu’nu kurduk ve 12 sivil 3 askeri cezaevini, gardiyanların gözetleme pencerelerini kapatarak koğuşlarda mahkumlarla baş başa kalarak konuştuk.
TBMM Başkanlığı, raporumuzu iki bin adet Türkçe, bin adet de İngilizce bastırdı. Tüm barolara, hukuk fakültelerine, ağır ceza hakimlerine dağıtıp kendilerinden görüş istedik. Bir tek Balıkesir Barosu’ndan cevap alabildik. Buna karşın insan haklarına duyarlı ülkelerin büyükelçilerine gönderdiğimiz rapor Batı’da çok ilgi gördü. İngiltere gibi ülkeler kendi sistemlerini incelememiz için davet dahi gönderdiler. Baroların, yargının, akademik dünyanın TBMM’nin bir inceleme belgesine karşı gösterdiği vurdumduymazlığı maalesef başka benzer konularda da gördük. İncelemeyi bir tek Cumhuriyet gazetesi ayrıntılı olarak yayınladı.
Bu komisyonda olan Ankara Milletvekili arkadaşım Barlas Doğu bir süre sonra Meclis’te İnsan Hakları Komisyonu kurulması gerektiğini belirten bir konuşma yaptı. Konuşma cesaret işiydi zira o sıralarda insan haklarından bahsetmek daha kaldırılmamış olan Ceza Kanunu’nun 141-142 maddelerine giren komünistlikle suçlanmaya kadar gidebiliyordu! 163 de mütedeyyin vatandaşlarımızı yobazlıkla itham etmeye yetiyordu! Yasa metnini bizzat hazırladığım Komisyon, uzun bir mücadele ve uğraştan sonra bütün partilerin imzasıyla Kasım 1990’da TBMM’de kabul edildi.
Bu arada, kurucuları arasında olduğumuz Avrupa Konseyi çatısı altında hizmet veren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne, vatandaşlarımızın ‘Bireysel Başvuru Hakkı’nı kabul ettik. Süreç 1990’da AİHM’nin Yargı Üstünlüğünü, yani aldığı kararın Türk Devleti ve yargısı için emredici olduğunu tanımakla tamamlandı. Bu kararı içeren mektubu rahmetli Özal bizzat mahkemeye götürerek insan haklarına verdiği önemi vurguladı.
Kürtçe yasağı
1980’li yıllarda PKK’nın temel propagandası en azından yerel insanlarımız nezdinde “biz iktidara gelince sen kaymakamla Kürtçe konuşabileceksin” söylemine dayanıyordu. 12 Eylül döneminde çıkan ve sonradan Kenan Evren’in dahi pişmanım dediği, Kürtçe yasağı getiren kanuna dayanarak bu propagandayı yapabiliyorlardı... İşin tuhafı bu yasadan dolayı tutuklanan olmamıştı, el altından Kürtçe kaset satan birkaç kişi sorun yaşamıştı o kadar. Öte yandan herkes Kürtçe yasağı derken kimse kanunu incelememişti. Oturdum kanunu aradım ama bulmak zor oldu. Kürtçe yasağı başlıklı bir kanun metni yoktu! O yıllarda ne bilgisayar var ne internet. Ama TBMM Kütüphanesi çok teşkilatlı ve kabiliyetlidir. Bana yasayı buldular. Özetle şunu yazıyordu, “Türkiye’nin diplomatik ilişkilerde bulunmadığı ülkelerin dilini konuşmak, yazmak yasaktır!” Resmi dili Kürtçe olan bir devlet olmadığı için de yasak zımnen Kürtçeyi de kapsıyordu. Bu yasağı da 1990’ın sonu veya 1991 başında yüzü aşkın milletvekili arkadaşımın imzaladığı bir önergeyle iptal ettirdik.
Reform paketi
2 Mart Salı günü Cumhurbaşkanlığınca açıklanan ve insan haklarına, yargıya, yargı bağımsızlığına, düşünce özgürlüğüne, vatandaşın günlük yaşamını kolaylaştırıcı tüm maddeler siyasi hayatım süresince benim için hep öncelikli oldu. Şimdi de alandaki gelişmeyi görmenin mutluluğunu yaşıyorum.
Söz konusu paket Turgut Özal döneminden sonra oluşturulan en kapsamlı yaklaşımdır. Bu noktalara gelebilmek sanıldığı kadar kolay değildir. ANAP döneminde yukarda saydıklarımın gerçekleştirilmesi sanıldığından çok daha zor oldu. En ummadık kişiler ve kurumlar karşı çıktı, kimisi açıkça kimisi partiyi karıştırıp arkamızdan vurarak.
Bu iyileştirmelerde az veya yetersiz madde var mı diye aramak yerine enerji ve aklımızı bu reformda bulunan her maddenin en mükemmel biçimde uygulanmasını sağlamaya harcamamız gerektiğine inanıyorum.
Bu gelişmeleri gerçekleştirmenin zorluklarını yaşamış ve bilen birisi olarak 2 Mart gününü bir bayram gibi kutlamak gerekir. En azından ben öyle yaptım.
Emeği geçen herkese teşekkürler. Var olasın Türkiyem.