İsmail Özcan
2016, 1916 yılında doğmuş olan büyük fikir mimarı, dil ve kültür adamı Cemil Meriç’in doğumunun 100. yılı. 19-27 Mart 2016 tarihlerinde düzenlenen Bursa 14. Kitap Fuarı’nın rutin etkinlikleri dışındaki tek özel etkinliği Cemil Meriç’in doğumunun 100. yılı programlarıydı. Fuarda çeşitli söyleşiler ve panellerle Cemil Meriç’in sıra dışı hayatı ele alındı; eserleri, çalışmaları, düşünceleri ve iddiaları değerlendirildi. Ama o, ülke çapında anılmayı; kendisinden habersiz genç kuşaklara, yazar ve aydınlara orijinal fikirleriyle tanıtılmayı fazlasıyla hak eden gerçek bir mütefekkirdir.
Cemil Meriç, 1960’ların başından 1987 yılındaki ölümüne kadar yaklaşık otuz yıl görüşleriyle, düşünceleriyle, iddialarıyla kısıtlı bir çevrede büyük beyin fırtınaları estirmiş; tarihi, dini, edebi, felsefi birçok kabulü sorgulamıştı. Ölümünden bu yana ne yazılı ne de görüntülü medyamızda onunla ilgili olarak ses getirici, onu bütün Türk kamuoyuna mal edici programlara, yayınlara şahit olunmuş değil. Halbuki o, çok kapsamlı şekilde anılmayı ve tanıtılmayı fazlasıyla hak eden Türk dil ve kültürünün gelmiş geçmiş en büyük emektarlarından, Türk düşüncesinin mimarlarından ve Türk entelektüel
56 yıl önce tam bugün gibi, bir cuma günü idi. Sabahın çok erken bir saatinde, aksini kulaklarımda hâlâ bütün canlılığı ile muhafaza ettiğim tok bir ses (merhum Alparslan Türkeş’in sesi), radyodan Türk milletine sesleniyordu : “Bugünden itibaren, Türk Silahlı Kuvvetleri, ülkenin idaresine el koymuştur…”. Sonra, “kardeş kavgasını önleme”, “hareketin hiçbir şahsa ve zümreye karşı olmadığı” gibi, kâh hareketi doğrulayan, kâh teskin edici sebeplerin sıralandığı bir konuşma…
Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihinde ilk defa vukua gelen, beklenmedik ve açık açık, Silahlı Kuvvetler’in ülke idaresinde söz sahibi olduğunu hatırlatan bu olay, ne yazık ki, yarım yüzyılı aşan bir zaman içinde, hala zihinlerde, tam anlamı ile bir açıklığa kavuşamamıştır. Bunun pek çok sebebi vardır. İlk ele alınması lazım gelen, -o zamanki deyimi ile “ihtilal” hakkında aleyhte yapılabilecek beyanların, yayınlanacak belge ve yazıların ortalarda dolaşmasını engelleyen ve karşı gelenleri şiddetle cezalandıran “Tedbirler Kanunu”dur.
Önemli değişimler
Bu kanun, kısa zaman sonra, “hiçbir şahsa ve zümreye karşı olmayan” hareketin sorumluları tarafından, “sadece belirli şahıslara ve belirli zümreye karşı” olacak
Federal Meclis’in Türkiye’yi suçlayan bir karar alması uluslararası hukuka, AİHM içtihadına ve Alman Anayasası’na aykırıdır. Almanya’ya yakışan Türk-Ermeni çatışmasının tüm yönlerinin kurulacak ortak tarih komisyonu vasıtasıyla nesnel biçimde ortaya çıkarılmasına katkıda bulunmaktır...
MARTIN LUTHER: GÜÇLÜ OLSAM HER GÜN BİN TÜRK ÖLDÜRÜRDÜM
Bir Alman papazı olan ve Hristiyanlıkta reform hareketini başlatıp Protestan mezhebini kuran Martin Luther, hoşgörülü din anlayışının savunucusu ve akla öncelik veren aydınlanma çağına geçişin öncülerindendir. Ne var ki, bu din adamının Türkler hakkında sarf ettiği şu korkunç sözler tam bir nefret söylemidir: “Eğer Samson gibi güçlü olsaydım, çaresini bulur her gün bin Türk öldürürdüm bu da yılda 350.000 Türk ederdi. Türkler, Tanrı’nın öfkeli kırbacı, yakıp yıkan şeytanın uşağıdır. Türk’ ün tanrısı olan şeytanı yenmeden, Türk’ü yenmek kolay olmayacaktır. Bir Türk’ü öldüren vicdan azabı duymamalı, tersine, Hıristiyanlığın düşmanını yok ettiği için vicdanı rahatlamalıdır. Türkleri öldürenler azizlik mertebesine yükseltilmelidir.” (New World Encyclopedia On War Against the Turks, 1529)
Şimdi, düşünün bir kere… Asırlardır bu nefret tohumlarından
Alman Federal Meclisi’nin Lepsius’un kitap ve yayınlarını bugün hâlâ sözde Ermeni soykırımı iddiasını kanıtlayan temel kaynak olarak göstermesi, Alman yasama organının koyu bir taassubun ve Türkiye’ye karşı derin bir tutsağı olduğunu gösteriyor...
II. Dünya Savaşı sonrasında Alman siyasetçileri ustalıklı bir manevrayla Yahudi soykırımının tüm sorumluğunu Nazilere yıkarak Alman milletini sorumluluktan uzak tutmaya da, bu iğrenç suçun ağır yükünü Alman kolektif hafızasından silemediler. Suçluluk algısı, Alman toplumunda güncelliğini yitirmeyen utanç duygusuna ve derin psikolojik etkilere yol açmıştı. İşte bu nedenle, Avrupa bütünleşme sürecinde tarihi bir rol oynamak ve dünya politikasında ekonomik gücüyle orantılı bir güç merkezine dönüşmek isteyen Almanya, suçunu paylaşacak tarihi ortaklık aramakta ve vicdanını temizlemek için Ermeni soykırımını desteleyerek Türk milletinin tarihini haksız ve asılsız iddialarla kirletmeye çalışmaktadır.
Esasında, Almanya’nın, “Almanları aklama, Türkleri suçlama” politikası bir hayli gerilere, I. Dünya Savaşı’na gitmektedir. Daha savaş sürecinde Batılı ülkelerde yerleşik bir kanı olan, Osmanlı Hükümeti’nin tehcir kararını Alman Genel Kurmayı’nın
Şerif Onur Bahçecik
Mart ayında Avrupa Birliği ile Türkiye arasında, Suriyeli mültecilerin geri kabul edilmesi karşılığında vize muafiyeti verilmesine dayanan bir anlaşma uygulamanın zorluğu son günlerde iyice açığa çıktı. Bu anlaşmanın daha az tartışılan ama çok önemli unsurlarından biri AB’nin taahhüt ettiği ve Suriyeli mülteciler için kullanılacak olan 3 Milyar Avro. AB, 18 Mart 2016’daki açıklamasında bu fonun serbest bırakılmaya başladığını açıklamıştı ancak son haberler fonun henüz Türkiye’ye gelmediğini gösteriyor. AB ile Türkiye arasındaki mülteci anlaşmasının kaderi ne olursa olsun, anlaşmanın AB’nin yardımı ile ilgili kısmı bağımsız bir şekilde ele alınmalı ve AB taahhüdünü yerine getirmelidir. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için iki tarafın da yapıcı adımlar atması gerekiyor.
AB’nin söz verdiği 3 milyar Avroluk yardımın amacı yük paylaşımı ile ilgili. Türkiye toplumu uzun süredir Suriye’deki iç savaştan kaçan kişilerin sağlık, barınma ve güvenlik gibi ihtiyaçlarını eksikliklere rağmen karşılıyor. Ancak geçici koruma altına alınan Suriyelilerin ülkeye getirdiği yük uluslararası toplumdan hiçbir destek almadan sonsuza dek karşılanamaz.
İnsani boyut önemli
Ne var ki, son
Şanlı Türk tarihi sayısız zaferlerle doludur. 19 Mayıs 1919’un ise tarihimizde özel bir yeri ve önemi vardır. 19 Mayıs 1919, Türk milletinin, millî önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde önce Milli Mücadele’yi kazanarak Kurtuluş’a, sonra Türkiye Cumhuriyeti devletini kurarak bağımsızlığa ve daha sonra da toplumun her alanında yapılan devrimlerle çağdaş hayata uzanan zaferler ve başarılarla dolu uzun, meşakkatli ve kutlu yolun başlangıcı, ilk adımıdır.
Milli Mücadele’nin, Atatürk tarafından dile getirilen hikâyesinin ilk cümlesi, “1919 senesi Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım” diye başlar. Diğer bir deyişle, 19 Mayıs 1919, Milli Mücadele’nin fiilen başladığı tarihtir. Aslında Kurtuluş’un ilk kıvılcımı, 18 Mart 1915 Çanakkale Zaferi’nin kazanılmasıyla çakılmıştır. Çünkü bu zafer, I. ve II. Balkan Savaşlarında, Trablusgarp Harbinde ve I. Dünya Savaşında ard arda mağlubiyetler yaşayan Türk milletinin, kırılan onurunun yeniden ayağa kalkmasını sağlamıştır. Bu zafer, Türk milletinin, içinde bulunduğu zilletten aydınlığa çıkarıp parlak bir geleceğe taşıyacak lideriyle, Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal’le buluşmasını sağlamıştır.
Özgürlük ateşini yaktı
Mustafa
Tarihin ışığında ülkelerin hayatlarında zaman içerisinde büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Yirminci yüzyılın başlarında sanayileşmenin etkisiyle de Batı sömürgeciliği’nin en son ele geçireceği topraklar Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyeti altında bulunan Arap ve Türk topraklarıydı. Osmanlı İmparatorluğu 1911’den 1918’e kadar önce İtalyanlara, sonra Balkan Devletleri’ne, daha sonrasında ise Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu-İtalya’dan oluşan İtilaf devletleri grubunda Batı İttifakı Devletleri’ne karşı hemen hemen kesintisiz savaşmıştı. Çanakkale ve Gelibolu’da deniz ve karada büyük zaferler kazanmış olmasına rağmen müttefik olduğu devletler mağlup olunca Birinci Dünya Harbi’nden de yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu, 30 Ekim 1918 yılında imzaladığı Mondros Mütarekesi ile fiilen sona eriyordu.
Tarihin akışını seziyordu
Mütarekenin çok ciddi hükümleri içermesi, daha sonra imzalatılmaya çalışılacak olan anlaşma şartlarının ağır olacağının bir işareti olduğu kadar asıl amacın Osman Gazi’nin de, Cengiz Han ve Attila gibi bir avuç insanla kurduğu ve 600 yıllık geçmişi olan Osmanlı topraklarının paylaşılması ve Türk milletinin esirliğinin kararlaştırılmasıydı. Galip
Prof. Cengiz KUDAY
Bugün 15 Mayıs; son birkaç yıl evveline kadar bugün Hava Şehitlerini Anma Günü olarak biliniyor ve bu birtakım etkinlikler resmi olarak yapılıyordu. Son birkaç yıldır bütün kuvvetlerin anma günleri (Hava, Kara, Deniz) tek bir tarihte yapılmaya başlandı!
Türkiye’nin ilk hava şehitlerinin mezarı Suriye’nin başkenti Şam’dadır. Şam’daki Selahattin Eyyubi Türbesi’nin hemen yanında bulunan küçük mezarlık, 1914 yılında İstanbul’dan yola çıkan kahire üzerinden İskendire’ye ulaşmayı hedefleyen 2500 km’lik bir uçuş esnasında düşen iki uçakta hayatlarını kaybeden ilk Türk hava şehitlerine ait. Mezarlığa önce Fethi ve Sadık bey defnedilmiş. Ardından ikinci ekipteki Nuri Bey’le uçağı Yafada denize düşüp hayatını kaybedince onun naaşıda buraya defnedilmişti.
Bu ilk hava şehitlerinin anısına İstanbul Fatih-Saraçhane semtinde 1914 yılında bir anıt yapılmasına başlanmış ve anıt 1916 yılında bitirilerek törenle açılmıştır. Bu açılış töreni aynı zamanda ilk anma töreni olmuştur. Atatürk’ün emriyle kurulmuş olan Türk Tayyare Cemiyeti’nin kuruluş yönergesindeki 36. madde ile 27 Ocak günü Türkiye Tayyare Şehitlerini Anma Günü olarak kabul edilmiştir. Daha sonra Türk Hava Kurumu’nun