Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bundan yaklaşık olarak 2.5 yıl önce Ankara’da Sağlık Bilimleri Üniversitesi 2018-2019 akademik yılı açılış töreninde yaptığı konuşmasında, sağlıkta millileşmenin en az savunma sanayi kadar önemli olduğunu vurgulayarak, “Türkiye’nin sağlık alanında hızlı bir millileşmeye, yerlileşmeye ihtiyacı var” demişti. Sağlık bilimleri Üniversitesi Türkiye’nin sadece sağlık alanında eğitim veren ilk devlet üniversitesidir. Yurt içinde ve yurt dışında onu tıp fakültesi olmak üzere birçok enstitü, yüksekokul ve merkezlerde eğitim veren üniversitemize afiliye olan 61 hastanemiz bulunmakta.
Seferberlik ruhuyla çalışıyoruz
Dünya Sağlık Örgütü ile beraber kıymetli projeler gerçekleştirdiğimiz Sağlık Bilimleri Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cevdet Erdöl’ün danışmanı olarak ben de bu törene davet edilmiş ve katılma şerefini elde etmiştim. Cumhurbaşkanımız o gün ayrıca “Ülkemizin geldiği yer itibarıyla artık meselelere bakış açımızı ve yaptığımız
Bir yılı aşkın bir süredir devam eden bu küresel salgın bizi gerçekten bıktırdı. Her fırsatta bitsin, gitsin artık diye birbirimize tekrarlıyoruz. Evlere kapanmaktan, sevdiklerimizle gönlümüzce görüşememekten sıkıldık artık. Bir süredir kafeler, restoranlar açık ve dolup taşıyor. Yani bir kısmımız bundan pek de mağdur değil. Ancak benim kastettiğim kesim vakalar ve ölümler bu kadar artmış iken akıllı ve bilinçli davranarak tedbiri elden bırakmayanlar. Fakat onlar da artık ne zamana kadar böyle devam edecek diye merak ediyorlar.
Tedbirlere uymayanlar
Bulaşıcı hastalıklardan kurtulmak her şeyden önce bulaşmayı önlemek ile sağlanır. Bu salgına sebep olan virüsün bir köşede bekleyip pusu kurup sonra insanlara saldırmak gibi bir kabiliyeti yok. Önce birine bulaşıyor onu hasta ediyor sonra onun yaydığı damlacıklar yoluyla yakınındaki başka birine bulaşıp hasta ediyor. Bu vesileyle yayılıyor ve yaşantısını sürdürüyor. Yani yaşaması için insana tutunması gerekiyor. Nasıl bulaştığını da çok iyi biliyoruz. Eğer bu virüsün bulaşmasını engellersek
Dünya nüfusundaki artış, yanlış ve özensiz kullanım ile giderek büyüyen temiz su sorununa dikkat çekmek, içilebilir su kaynaklarının korunması ve çoğaltılması konusunda somut adımlar atılmasının sağlanmasında teşvik olması amacıyla 1993 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 22 Mart tarihini ‘Dünya Su Günü’ olarak ilan edildi.
Su yaşam için son derece önemli ve gereklidir. Hem içebilmek için hem de tarımda, temizlikte kullanım için suya ihtiyacımız var. Bu nedenle haberlerde meteorolojide yağışlardan bahsederken bir yandan da barajlardaki doluluk oranı konuşulur. Yani bir yandan su birikimimiz yeterli mi acaba diye endişeleniriz. Eyvah bu sene yeterli yağmur yağmadı. Barajlardaki doluluk oranı da şu kadar düştü. Aman kuraklık mı geliyor diye korkarız. Korkarız ama bunu önlemek için acaba kaçımız ne kadar dikkat ediyor? Bugün daha çok bu konuya dikkat çekmek için belirlenmiş bir gün. Bu nedenle yazılı ve görsel basında sık sık bununla ilgili konuları duyacaksınız zaten. Ben bu yazımda daha çok suyun
Hepimizin başına gelmiştir, az ya da çok şiddetteki bir baş ağrısı birçok sebep yüzünden ortaya çıkabilir. Çoğu zaman arkasında bir hastalık yoktur. Stres, yorgunluk, uykusuzluk, üşütmek, aç ya da susuz kalmak gibi basit bir sebep baş ağrısına yol açabilir. Kimi zaman da baş ağrısı bazı hastalıkların habercisidir. Gelin beraber başımızı ağrıtabilecek sebepler nelermiş bakalım.
Uzun süren açlık
Açlık ile beraber kan şekeri de düşer. Kan şekerindeki bu düşüş tek başına bir baş ağrısı sebebidir. Özellikle uzun süren açlıklarda kan şekerindeki düşüş de daha ileri derecede olur. Hipoglisemi olarak adlandırdığımız durumda kan şekeri 70 mg/dl’nin altına kadar düşmüştür. Beynin ana yakıt maddesi şekerdir. Beyin kendisi için gerekli şekeri depolayamaz. Kandaki şekerde düşüş olunca doğrudan etkilenir. Giderek artan şiddette baş ağrısı görülür. Hatta kısa dönem hafızada düşüş, öğrenme ve problem çözme güçlüğü ile bir takım becerilerde azalma, uyku hali
8 Mart Dünya Kadınlar Günü yeryüzündeki tüm hemcinslerime kutlu olsun. Bugünün özeline bir kardiyolog olarak kadın kalbinin özelliklerinden bahsetmek istiyorum. Duygusal anlamda erkek ve kadın arasında doğal olarak bir farklılık var. Bunu hepimiz biliyoruz. Duyguları kalbe bağladığımız için aradaki farkın bu manada olduğu aklımıza gelebilir. Ancak benim bahsedeceğim gerçek anlamda bilimsel ve yapısal farklılıklar.
Kadın kalbi daha küçük
Kalbin büyüklüğü biraz cüsse ile ilişkili tabii ki. Buna bağlı olarak da kadın kalbinin erkek kalbine oranla daha küçük olması da doğal olmalı. Yapılan çalışmalar aradaki bu farkın yaklaşık olarak 60 gram olduğunu söylüyor. Yani erkek kalbi kadın kabinden yaklaşık olarak bir yumurta ağırlığı kadar daha büyük.
Kadın kalp damarları daha ince
Kalbin boyutundaki bu fark ile beraber damarlarında da benzer şekilde farklılık vardır. Kadın kalbindeki damarların erkek kalbinde görülen damarlara göre daha ince olması tedavi amacıyla yapılan müdahalelerde çok az da olsa bir zorluk yaratır.
K
Yeşilay 5 Mart 1920’de İstanbul’da “Hilal-i Ahdar” adıyla kurulmuş, bu nedenle de 1 - 7 Mart tarihleri ülkemizde Yeşilay haftası olarak kutlanıyor. Ahdar Osmanlıcada yeşil anlamına geldiğinden “Hilal-i Ahdar” ismi daha sonra “Yeşil Hilal” ve “Yeşilay” olarak değiştirilmiş olup 1934 yılında da Bakanlar Kurulu kararıyla Yeşilay’a “kamuya yararlı dernek statüsü” verilmiş. Kuruluşundan günümüze bağımlılık türleri arttıkça Yeşilay’ın da tüzüğünde çalışma alanları çeşitlenmiş, alkolden sonra sigara, uyuşturucu madde, kumar ve yakın tarihte teknoloji bağımlılığı Yeşilay’ın mücadele alanına dahil olmuş.
Alkol bağımlılığı
Başlarda keyif için ya da “sosyalleşme” maksadıyla başlayan alışkanlık zamanla bağımlılığa dönüşebilir. Kişi alkol almadığı zaman yoksunluk belirtileri ortaya çıkar. Sürekli her fırsatta alkol alır. Gittikçe aldığı miktarı artırır. Artık alkole bağımlı hale gelmiştir. Alkol vücutta pek çok organda tahribat yapar kalıcı hasar bırakır. Karaciğerde
Pandeminin başından itibaren içimiz dışımız koronavirüsle doldu. Başta pandemi ne demekten tutun da covid-19 nedir, nasıl bulaşır, neler yapar, nasıl korunmalı her birimiz öğrendik. Neredeyse bir doktor kadar bilecek derecede bilgi yağmuruna tutuldunuz. Bu pandemi bitene kadar da bu durum böyle sürecek gibi gözüküyor. Aşılar başladı kurtuluyoruz diyoruz, bu sefer hangi aşı ne kadar korur o aşı mı bu aşı mı diye konuşuluyor. Yok, efendim virüste mutasyon oldu aşı koruyacak mı, hasta olan kişi yeniden hasta olur mu ya da aşılananlara mutasyonlu virüs bulaşınca hastalık yapar mı, eğer hastalanırlarsa o zaman hastalık nasıl seyreder ya da iyileştik ama bir izi kalacak mı, akciğer dışında başka organlarda da hasar bırakır mı, kalpte ne olur bu hasarlar sonradan ortaya çıkar mı? Ben bugün sizi tüm bu sorulardan uzaklaştırıp farklı bir konuya götüreceğim. Tıptaki kullanımı aslında çok eskilere dayanan bizim daha çok tanı yöntemi olarak tanıdığımız bir terapi alanı olan manyetik terapiden bahsedeceğim.
Manyetik etki
Manyetik terapi adından da anlaşıldığı gibi mıknatıs gücüne dayalı
Sağlıklı yaşamayı anlatırken şişmanlığın vücuda yüklediği fazla kilolardan ve bu kiloların yarattığı problemlerden de sık sık bahsediyoruz. Bu fazla kilolar hem yük olarak mekanik anlamda sıklıkla da kalça ve dizlerde bir takım ortopedik problemler yaratabiliyor. Hem de metabolizmamızı bozuyor.
Metabolizmada bozulma
Metabolizma vücuttaki yapım yıkım olaylarının dengesi ile oluşan ve canlılığın sürdürülmesi için gerçekleşen bir dizi kimyasal tepkileşmeden ibarettir. Yediklerimiz, içtiklerimiz bu işleyişe doğrudan etki eder. Kilomuz ve vücut yapımız da yine metabolizmamıza bağlıdır. Nasıl ve hangi hızla çalıştığı önemlidir. Yanlış besinler tükettiğimizde de bozulur. Bu yanlışlık hem nicelik yani miktar hem de nitelik yani ne tükettiğimizle yakın alakalıdır. Şişmanlık ya da obezite metabolizmanın iyi çalışmadığının ya da zorlandığının bir göstergesidir. Başlangıçta kilo artışı ile kendini gösteren bu problem özellikle bel çevresinde ve karında biriken yağlarla da geri dönülmesi zor sorunlar yaratabilir. Metabolik sendrom olarak adlandırdığımız ve bir