31 Mayıs, tütün ürünü kullanımının sağlığa verdiği zararlar konusunda insanları uyarmak, farkındalık yaratmak, bilinç kazandırmak ve sağlıklı yaşam davranışlarını geliştirmek amacıyla Dünya Sağlık Örgütü tarafından “Dünya Tütünsüz Günü” olarak ilan edilmiştir.
Tütün ürünleri olarak sigara, puro, pipo ve nargileyi sayabiliriz. Bunlar başta kalp damar hastalıkları olmak üzere, çeşitli kanserler, kronik akciğer hastalıkları ve çeşitli cilt hastalıkları gibi birçok sağlık problemlerine yol açar. Tüm bu zararları çok iyi bilindiği halde maalesef insanlar bu ürünleri kullanmaya devam ediyor ve sürekli yeni kullanıcılar da ekleniyor. Bu garip yanılgının sonucunda da her yıl dünyada 8 milyon kişi tütün kullanımı nedeniyle ölüyor. Bu nedenle hiç bıkıp usanmadan tütünün zararlarını aynı şekilde tekrar tekrar hatırlatmak göz göre göre olan bu yanlışa bir dur demek gerekiyor. Bunların arasında en sık kullanılanı sigara olduğu için onun üzerinden
Sağlığımızla ilgili kaderimizi doğduğumuz yer değil doyduğumuz yer belirliyor.
Yaşamak için yemek zorundayız. Ancak yemek sadece açlığımızı bastırmak için olmamalıdır. Belki midemize yiyecek girince kendimizi tok hissederiz. Evet karnımız doymuştur. Keyfimiz yerindedir. Hele bir de lezzetli ve bizi cezbeden yiyeceklerse ayrı bir keyif almışızdır. Ama ya sonrası? Bu yiyecekler midemize girdikten sonra sindirilince, emilince bizde ne gibi kalıntılar bırakacak. Neremize ne yapacak hiç düşünür müyüz? Kilo vermek isteyip de veremeyenler hep dayanamayıp da yedikleri o yasak yiyeceklerden sonra aynı pişmanlığı yaşarlar. Yerken iyiydi ama ya sonrası?
YEDİKLERİMİZ ALIŞKANLIK KAZANDIRIR
Yediklerimiz zaman içerisinde bizim ağız tadımızı belirler. Hatta zamanla alışkanlık kazanmamıza yol açar. Damak tadı denilen bu olay daha çocuklukta başlar. Edindiğimiz bu alışkanlığa göre benim damak tadıma uyuyor veya uymuyor deriz. Çok şeker verilen çocuk ileride de tatlıya düşkün olur. Bu çocuklar insülin direncine ve tip 2 diyabet dediğimiz sonradan olan şeker hastalığına adaydır.
Bilirsiniz bir işe girişince hazırlık devresinde bazen kampa gireriz. Bu öyle doğada çadır kurulup kamp ateşi yakılan tatil kampı gibi bir kamp değildir. Başarmak amacıyla çok çalışmak, hazırlanmak içindir. Pandemi boyunca evde geçirdiğimiz süre içinde hem hareketimiz azaldı hem de can sıkıntısından kendimizi yemeye verdik. Çoğumuzun mutfaktaki maharetleri arttı. Evde ekmek, pide yapanlarımız oldu. Hem vakit geçirmek hem eğlence olsun diye hem de yarın bir gün her yer kapanır, kıtlık olur korkusuyla kendi kendimize yetecek kadar ekmek, yemek yapar olduk. Restoran ve kafeler kapalı iken eve yemek servisi yapan şirketler çoğaldı. Her şeyi oturduğumuz yerden ısmarlar olduk. O oturduğumuz yerden de pek kalkmaz olduk. Evden çalışanlarımız bilgisayar başında saatler süren toplantılara katıldı. Uzun vakit alan raporlar, yazılar hazırladı. Tabi herkesin oturduğu yerde tüketeceği abur cubur, fast foodlar çalışmayı bölmeyen ama sağlıksız olan atıştırmalıklar çok tüketildi. Benzer şekilde yağlı kuruyemişler ve patlamış mısırlar, çekirdeğin her çeşidi ekran
Bu salgından korunmak için bir süredir kapanma dönemine geçtik. Vaka sayıları azalmaya başladı. Ülkemizde ve dünyada aşılama devam ediyor. Ben şahsım adına bu aşılamanın daha hızlı olmasını beklerdim. Dünyada yaygın olarak kullanılan ve aşılarının çok etkili olduğunu iddia eden şirketlerin, şirket hisselerinin değerini artırmak ve para kazanmak peşinde koşmak yerine dünyayı esir almış bu öldürücü hastalık için aşı formüllerini paylaşmalarını beklerdim. Tüm dünyada diğer aşı üretebilecek şirketlerin de tam kapasite ile bu aşıları üretip çok kısa bir zaman içinde insanları aşılayıp dünyayı kurtarmalarını beklerdim. Üstelik bu aşı şirketlerinin çoğu Ar-Ge çalışmaları için hükümetten çeşitli destek, teşvik ve birtakım avantajlar elde etmişken en azından makul miktarda bir karşılık alarak bu bilgi devrini yapabilirler diye düşünüyorum. Bu sayede yeterince aşı üretilir, günde yaklaşık bir milyon aşılama kapasitesi olan ülkemizde de sene başından beri devam eden bu faaliyette tüm nüfusu
Ünlü Fransız yazar Alexandre Dumas’ın başyapıtlarından ve dünya klasikleri arasına girmiş meşhur eseri “Üç silahşörler”i neredeyse duymayanımız yoktur. Bu tarihi ve macera romanındaki olaylar Fransa’da XIII. Louis döneminde 1600’lü yıllarda geçer. Athos, Porthos ve Aramis kralı koruyan üç silahşörlerdir. D’Artagnan da daha sonradan onlara katılır. Romanda kralı düşürmek isteyen Kardinal Richelieu’nun komplolarından kralı korumak için giriştikleri maceralar anlatılır. Pandemideki mücadelemizde bizim üç silahşörlerimizi maske, mesafe, temizlik üçlümüz olarak tarif edebiliriz. Aşıyı da onlara sonradan katılan D’Artagnan olarak düşünelim. Kardinal Richelieu ise yeni koronavirüs olsun.
Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için
Romanda silahşörler arasında geçen ve birlik beraberlik gerektiren birçok durumda dile getirilen uluslararası bir hal almış “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için!” sloganını da hatırlayacaksınız. İşte tam da şimdi böyle bir milli
Bir yılı aşkın bir süredir Kovid-19 pandemisi tüm dünyada hem sağlığı hem de ekonomiyi bozmaya devam ediyor. İnsanlar hayatını kaybediyor, işsiz kalıyor, şirketler kapanıyor.
Söz konusu olan sonuç sağlığı ilgilendiriyorsa, hatta yaşa, başa bakmadan hiç acımadan insanların ölümüne yol açıyorsa akan sular duruyor. Alınacak tedbirler her türlü kararın önüne geçiyor.
Bir işletme düşünün bu işletmenin bir çalışanında bulaşıcı bir hastalık oluyor. Bu çalışan rapor verilip evine gönderildiği halde karantinada kalmayarak işe gelmeye devam ediyor ve diğer iş arkadaşlarına da hastalığı bulaştırıyor. Bunun üzerine işletmedeki diğer çalışanlar hastalığın bulaşmaması için bazı tedbirleri almak üzere uyarılıyor. Fakat bir kısmı uyarılmalarına rağmen bulaş yollarına hiç dikkat etmediği için hastalığa yakalanıyor. Bu arada hastalığı önlemek için aşı bulunuyor. Fakat bir kısım çalışanlar onlara ücretsiz sunulduğu halde aşı olmayı reddediyor. Sonunda bu öldürücü hastalıkla baş etmek için işletme
Yeni koronavirüse özgü ve hastalığa karşı kullanılabilecek bir ilaç henüz bulunamadı. Hastalık süresince uygulanan tedavi ancak şikayetleri ve hastalığın ilerlemesini önlemeye yönelik. Çoğunlukla da başarı sağlanıyor. Bu başarı her hastalıkta olduğu gibi burada da tedaviye erken başlamakla ve bünyenin sağlamlığıyla yakın alakalı. Salgında korunmak için maske, mesafe, temizlik ile beraber aşı uygulaması da büyük değer taşıyor. Tüm bunların yanında bir de ilaç çalışmaları var ki hastalıktan korkmadan ve bize yarattığı bu esaretten kurtularak yaşama umudumuzu daha da artırıyor.
Antibiyotiğin keşfinden önce basit enfeksiyonlarla insanlar ölüyordu
Alexander Fleming’in, 1928 yılında penisilini keşfetmesi antibiyotik çağının başlamasını sağlamıştır. Bu buluş aslında Fleming’in mikroorganizmaları üreterek çalışmalarını yaptığı kaplardan birinde küf mantarı üremesiyle beraber o bölümdeki mikroorganizmaların yok olduğunu fark etmesiyle gerçekleşti. Penicillium notatum olarak adlandırılan bu küf mantarı daha sonra çığır
Bugünü yarına bağlayan gece Ramazan ayının ilk sahuru yapılacak ve niyet edilerek yarın bir ay sürecek olan oruç dönemine başlanacak. Biliyoruz ki oruç tutmak sadece aç ve susuz kalmak değil aslında dinimizdeki anlamı çok daha derin ve önemlidir. Ben bugün orucun sağlıkla ilgili yönünden ve içinde bulunduğumuz dönemde çok gerekli olan sabır duygusunu bize nasıl kazandırdığından bahsetmek istiyorum.
Bir yılı aşkın süredir devam eden ve ezber bozan bu salgın insanları artık bezdirmeye, bıktırmaya başladı. Maske, mesafe, temizlik kurallarını mikroba karşı üç silahşörlerimiz gibi uyguluyoruz. Hatta artık alıştık gibi geliyor. Maskeyi unutup çıktığımız zaman bir eksiklik hissediyoruz, dostlarımızla karşılaştığımız zaman eskiden hemen sarılıp öpüşüyorsak da artık şimdi tam sarılacak iken duraksıyoruz ve uzaktan sevgimizi belli eder hareketleri yapıyoruz. Bu alışkanlıklar zamanla selamlaşma kültürüne de değişiklik kazandıracağa benziyor. Başımızdaki mikrop adeta benden kurtulamazsınız diyerek durmadan mutasyon geçiriyorsa, Dünya