Didem Özel Tümer

Didem Özel Tümer

didem.tumer@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Suriye’de yeni bir döneme geçiş konusunda, “Bu sadece iki başkentin çözebileceği bir mesele değil” diyen Önhon, uluslararası camianın dahlinin mutlaka gerekli olduğunu söyledi.

Ömer Önhon, 1985 yılında Dışişleri Bakanlığı’ndaki görevine Ortadoğu Dairesi’nde aday meslek memuru olarak başladı. O yıllarda PKK ilk kez Suriye’den Türkiye’ye geçerek eylem yaptı. 28 Ağustos 1998’de Şam’a Büyükelçilik Müsteşarı olarak atandı. Bu görevi sırasında da, Türkiye ile Suriye arasında Adana Mutabakatı’nın imzalanmasına, Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkışına ve Hafız Esad’ın yerine oğlu Beşşar Esad’ın yönetime gelişine tanıklık etti. Eylül 2009’da bu kez Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak Suriye’ye gitti. Ülkedeki olayların başlangıcını ve gelişimini en iyi bilen isim olan Önhon, 25 Mart 2012’de, görev süresi henüz bitmeden, Türkiye Büyükelçiliğini tahliye ederek Suriye’den ayrılmak zorunda kaldı. “Büyükelçinin Gözünden Suriye” adlı kitabın yazarı da olan Önhon ile 11 yılın ardından Suriye–Türkiye ilişkilerinde yeni bir dönemin başlamasının mümkün olup olmadığını, koşullarını konuştuk...  

Haberin Devamı

Türkiye–Suriye ilişkilerinde yeni bir döneme doğru gidilmesinde en itici güç sizce göçmen/sığınmacı meselesi mi?

Suriye kaynaklı iki temel mesele var. Biri güvenlik, biri de sığınmacılar meselesi. Güvenlikte; YPG kaynaklı bir tehdit algılıyoruz oradan. Algılamanın da ötesinde bir şey. Suriye topraklarından, topraklarımıza terör eylemleri yapıldı. YPG’nin, sınırlarımızın hemen öte yanında ‘bir nevi devletleşme’ gayreti içinde olduğunu görüyoruz. Şu anda Suriye’nin yüzde 30-35’ine hakimler. Sadece toprak olarak değil, nüfus olarak da 6-7 milyon insan, hakimiyetleri altındaki topraklarda yaşıyor. Suriye petrolünün yüzde 95’ine yakını yine YPG’nin kontrolü altındaki bölgelerde. Ülkenin tahıl ambarı olarak tabir edilen bölgeleri yine buralarda. Barajlara bakıyorsunuz yine buralarda. Yani YPG, ülkenin zenginliklerinin çok önemli bir bölümünü de kapsayan bir bölgeyi elinde tutuyor. 911 km. sınırın, yanılmıyorsam 400 kilometrelik hattında, karşımızda YPG var. Bütün bunlar olayın güvenlik boyutunu oluşturuyor.

Haberin Devamı

Sığınmacılar boyutunda da, resmi rakamlara göre ülkemizde 3.5 milyon Suriyeli yaşıyor. Bir süre öncesine kadar, ülkelerindeki şartlar iyileştiği zaman geri dönecekleri söyleniyordu. Ama gerçek hayatta bunun pek böyle olmayacağı ortadaydı. Türkiye’de 500 bine yakın Suriyeli çocuk doğmuş. Bu çocuklar ülke diye Türkiye’yi biliyorlar. Birçoğu, Türkçe konuşuyor. 2011’de 10 yaşında bu ülkeye gelen bir insan, bugün 21 yaşında. Okul okuyor, iş kuracak, yani hayatını burada kurdu. Suriyeli kuruluşların yaptığı araştırmalara baktığınızda, Suriyeliler diyorlar ki; ‘evet döneriz ama bu rejimin altındaki bir Suriye’ye dönmeyiz veyahut döneriz ama çok ileride’.

Bu iki konu, Türkiye’nin damarlarına, sinir uçlarına dokunan konular. Mesela Mısır ile ilişkilerin düzelmesi, çok önemli bir şey, hakikaten. Doğu Akdeniz’in en önde gelen iki ülkesinin arasının tekrar düzelmesi, tarihi birliktelikten gelen yakınlığın tekrar tesis edilmesi, ekonomik ve ticari çıkarlar gibi birçok boyutu var. Ama Mısır, hiçbir zaman Türkiye’nin iç siyasetine nüfuz edebilen bir konu değil. Mısır daha ziyade bir dış politika konusu. Suriye öyle değil. Suriye kaynaklı güvenlik ve sığınmacılar meselesi, doğrudan Türkiye’nin sinir uçlarına dokunan, seçimlerde oy kazandırabilecek veya kaybettirilebilecek konular.

Haberin Devamı

‘İki başkentin çözebileceği bir mesele değil’

Cumhurbaşkanı ‘Diplomasi tamamen devre dışı bırakılmaz’ dedi…

İngilizce’de, ‘better late than never’ denir. Her halükarda, Türkiye tarafında bu konuda bir arzu olduğunu artık görüyoruz. İktidar seçimler öncesinde yük hafifletme yoluna gidiyor.

‘Türkiye’nin bir arzusu olduğu anlaşılıyor’ diyorsunuz. Sizce, Suriye’de rejimde de benzer bir arzu var mı?

Suriye’deki arzu, Esad’ın arzusu, kesinlikle; ‘iktidarımı nasıl koruyabilirim’ arzusu. Eğer, Türkiye’yle varılabilecek bir mutabakat onun iktidarını korumasını sağlayacaksa, Esad bunu yapar. 2011’de olaylar başladığı zaman, özellikle Türkiye, Esad’a ısrarla, ‘halkın istediği yerine getirilmeyecek istekler değil. Bu reformları yap. Seçimlerde kuracağın hükümete, iktidarla ilişkisi olmamış kesimlerden birilerini al. Onları da siyasete dahil et. Hem kendi yerini korursun, hem muhaliflerin taleplerini karşılamış olursun. Bölgede reformist lider olarak örnek gösterilirsin, kendi konumunu daha da güçlendirmiş olursun’ demişti. Esad, hep ‘çok haklısınız, yapacağım’ dedi, hiç yapmadı. Neden yapmadı? Esad yönetiminin önde gelenleri oturdular, durumu değerlendirdiler ve şu sonuca vardıklarını düşünüyorum: ‘ Biz güç paylaşımı yaparsak, bu bir süre sonra gücü kaybetmemizle sonuçlanır’ dediler. 2011’de bulundukları nokta ve ruh halleri buydu. 2022’ye geldiğimizde, bu noktadan bir santim bile kıpırdamadıklarını görüyoruz. Yani, yine, güç paylaşımı eşittir, iktidar kaybı. O noktadan ileriye gitmediklerini Anayasa Komitesi toplantılarında gördük. Rejim bu toplantılara sonuç sağlamak için katılmadı. Ruslar, ‘katılın yoksa bizi de zor durumda bırakırsınız ‘ dedikleri için katıldılar.. İkincisi; masadan kaçan taraf görüntüsü vermemek için katıldılar. Ama toplantılarda herhangi bir ilerleme kaydedildi mi? Hiçbir ilerleme kaydedilmedi.

Esad yönetimi muhaliflere ‘teröristler’ diyor, ‘ben bunlarla iş yapmam, başka ülke ajanı’ diyor. Böyle bir ortamda adım atmak hakikaten çok güç. Bugün (önceki gün) yıldönümü olan Doğu Guta’da düzinelerce insan kimyasal silah kullanılması suretiyle öldürüldü. Burada kendi halkına karşı kimyasal silah kullanmış bir yönetim var. Hapishanelerde yıllardır hiçbir suçlama olmadan yatan binlerce insan var. Bütün bu olanları muhaliflerin unutması mümkün değil.

‘Esad’la Erdoğan görüşecek mi?’….’Esed mı dedi? Esad mı dedi?’... Bunlar işin magazin boyutu. Önce bir zemini oluşturmak lazım. İşte istihbarat kuruluşları tabi ki en üst yöneticilerinin talimatlarıyla temas kurmuşlar. Şimdi onun üstünün inşa edilip siyasi aşamada meselelerimiz nedir, ne yapabiliriz bunların konuşulması lazım. Ama, tabi bu sadece iki başkentin çözebileceği bir mesele değil. Uluslararası camianın dahli mutlaka gerekecektir. Ben hep aynı şeyi söylüyorum: Birincisi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararında olası bir çözümün bütün referansları ve parametreleri var. İkincisi de bütün ilgili aktörler, İran, Suriye rejimi, Rusya dahil hepsi bunu kabul etmişler…

Yani istenirse elde bir başlangıç noktası var...

Bir temel var tabii, kesinlikle. Eksik olan nedir? Siyasi iradedir. O siyasi irade ortaya konulabildiği takdirde, ilgili aktörler doğrudan, ‘bir çözüm bulma zamanı gelmiştir’ dedikleri takdirde , BM bunu kendi şemsiyesi altına alıp, yönetebildiği takdirde, bir şans var hakikaten… Ama dediğim gibi, sadece dış aktörlerin değil, Esad’ın da bu siyasi iradeyi göstermesi gerekiyor. Esad böyle bir yola gider mi, gitmez mi… Bu arada muhaliflerin içinde de tabi bu işe ölümüne karşı çıkanlar var. Bazı muhalifler, ‘Ne yapalım demir leblebiyi yutacağız, bağrımıza taşı basarız Esad’la da konuşuruz’ diyor. Ama bazısı da ‘Esad bize karşı her türlü silahı, kimyasal dahil kullandı. Oturup konuşulacak birisi değil. Yargı önüne çıkarılması gereken bir savaş suçlusu.’ diyor. Dolayısıyla, çok zor bir süreç.

On binlerce silahlı milis, on binlerce her çeşit silah var. Bunlar ne olacak? Suriyeli muhalifler var, radikal gruplar var, yabancı savaşçılar var…Bir yerden gelmiş, nereye gidecek bu adam? Suriye’de kalamaz. Kendi ülkesi kabul etmiyor zaten. Nereye gidecek? Türkiye’ye gelmeyecek herhalde…

Acelenin de bir bedeli olur mu?

Bazı şeyleri dengeli ve ölçülü bir şekilde yapmak lazım. Aceleyle atılan adımlar, sürece katkı yapacağı yerde zarar da verebilir. Planlı bir şekilde gitmek lazım. Üzerinde etraflıca düşünülmüş bir plan var mı, yok mu, pek emin değilim.

‘Farklı öncelikler var’

Türkiye-Suriye ilişkilerinde ‘normalleşme’ ifadesi henüz kullanılmıyor. Muhalefetle, rejimi uzlaştırmaktan bahsediliyor. Hem Suriye muhalefetini, hem de rejimi çok iyi tanıyan biri olarak, bu iki kesimin uzlaşması mümkün mü?

Dünyada baktığınız zaman, genelde sona ermeyen bir kriz yok. En sona ermeyen krizler bile, bir şekilde karşılıklı birbirini kabul etme noktasına geliyor. Kriz çok maliyetli bir şeydir. Uzadıkça da, meydana gelen zararı telafi etmesi daha zorlaşır. Maliyet daha da artar. Dolayısıyla, bir noktada, çözüm anlamında bir yere varılır.

Suriye’de şöyle bir sıkıntı var: sahada çok sayıda aktör bulunuyor. Rusya, ABD, İran, çeşitli Arap ülkeleri, İsrail ve de Türkiye  tabi ki. Bu aktörlerin çıkarları her zaman birbirleriyle örtüşmüyor. Hatta çoğu zaman birbirleriyle çatışma halinde. Farklı gündemler, farklı öncelikler var. Mesela Türkiye, ‘sığınmacılar önceliğimizdir’ diyor ama Rusya açısından sığınmacıların hiçbir önemi yok. Önceliklerin farkı, büyük bir mesele.

İkincisi, Suriye’de karşıt kamplarda yer alan iki Suriyeli grubun bir araya gelip de, meseleyi çözmesi gibi bir durum yok. İllaki dış etkinin bir tesiri olacak. Bütün bu aktörler bir şekilde ortak paydada, asgari müştereklerde buluşabilirlerse bir çözüme doğru gidilebilir.

Önümüzde çok zor bir dönem var bir kere bunu kabul etmek lâzım. İki, üç veya beş ülkenin lideri bir araya gelip, ‘tamam biz çözüme karar verdik’ deseler bile, bu hemen bir günde olabilecek bir iş değil. O kadar çok alt başlık, alt mesele var ki, bunların çözülmesi çok zaman alacaktır. Fakat tabi bir yerden de başlamak lazım. Sebepleri ne olursa olsun, ne kadar büyük hatalar yapılmış olursa olsun, ülkelerin siyasi liderlerinin, ‘soruna bir çözüm bulabilir miyiz acaba’ gibi bir yaklaşım ortaya koymalarını, gayet olumlu buluyorum. Bir şekilde konuşmak lazım.