Türkiye’de artık bazı konuların tüketilmiş olması, eskide kalmış sayılması ve hiç gündeme gelmemiş olması gerekiyor. Eğer ki bu konular gündeme geliyorsa, hiç şüphesiz ki, bu eski, bitmiş-tüketilmiş konuları gündeme taşıyanlar, Türkiye’nin nerede olduğunu, nereye doğru gittiğini zerre anlamamış sayılmalıdır.
Özellikle ekonomide yeni bir dönemin başladığını, devletin, sermayenin, girişimcinin bu yeni dönemdeki işlevlerinin yeniden tanımlandığını hatta bütün olarak bu kavramların tanım ve içerik olarak köklü değişikliklere gittiğini çok sık hatırlamamız gerekiyor. Gerek Avrupa-bir bütün olarak avro bölgesi- gerekse ABD ve İngiltere, seksenli yılların başında girdikleri yolun sonuna geldiler.
Batı neden batıyor?
Avrupa’daki “refah devleti” uygulamalarının ve ABD-İngiltere’deki nispi ücret artışına bağlı tüketimi özendirici kamusal iktisadın yerini arz yönlü, hızlı özelleştirmeci neoliberal anlayış almıştı. Bu anlayış, aynı zamanda, ulus-devletleri aşan bir üst ekonomik entegrasyonu ve buna bağlı ticari-finansal küreselleşmeyi yukarıya taşımaya çalıştı. Ulus-devleti aşan üst ekonomik entegrasyon, Avrupa Birliği’nde, kriz üreten ve yanlış kurgulanmış parasal birlikle sınırlı kaldı ve bu
Bu yazıyı Akdeniz’in “öteki” kıyısından, Cezayir’den yazıyorum. Cumhurbaşkanımızın Cezayir’den başlayan Kuzey ve Batı Afrika turu, son yılların en anlamlı ve özellikli gezilerinden biri. Cezayir’le birlikte ziyaret edilecek Moritanya, Senegal ve Mali 1960’larda başlayan süreçte Fransız sömürgeciliğinden bağımsızlığa geçen Afrika ülkeleri... Esasında bu ülkelerin bağımsızlık serüveni 1954-1962 arasında tam sekiz yıl süren ve bir milyon Cezayirlinin hayatını kaybettiği Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın bütün bölgeye yansıyan siyasi sonucu olarak da okunabilir.
Fransa, Cezayir direnişiyle birlikte artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını idrak etmiş ve Cezayir dalgasını önlemek için de bölgedeki diğer sömürgelere bağımsızlık yolunu açmıştır.
Başta Cezayir olmak üzere, Batılı sömürgecilerin şekilsel bağımsızlık ilanlarından sonra da Afrika’dan elini çekmediğini biliyoruz. Öncelikle fosil yakıtlar olmak üzere, doğal ve coğrafi zenginlik olarak dünyanın en güçlü kaynaklarına sahip bu ülkeler, Batı’nın iç savaşla zayıflat-böl-yönet politikası sonucu yakın zamana kadar, kaynaklarını doğru dürüst değerlendirememiş, kargaşanın, iç savaşın, terörün kurbanı olmuşlardır.
Cezayir, dünyanın en
Bu hafta Kalkınma Bakanlığı, 11. 5 Yıllık Kalkınma Planı’nın tanıtımını yaptı. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde gerçekleşen tanıtımda Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Kendi özgün planları olmayan milletler, başkalarının planlarının parçası olmaya mahkûmdur” derken, hiç şüphesiz ki devletin baştan sona planlayıp, yönlendirdiği bir ekonomi anlayışına vurgu yapmıyordu. Burada, insan merkezli, kapsayıcı büyümeyi hedefleyen, teknoloji ve üretim odaklı, bağımsız bir ekonomi anlayışı vizyonu ve bunun hedefleri ortaya konuyordu ki bu, 2023 hedefleriyle örtüşen bir niteliksel bir dönüşümü de kapsıyordu.
'Bağımlı' dönem!
Türkiye, kâğıt üzerinde “Planlı Dönem” denilen ama doğrudan IMF reçetelerinin ekonomiyi yönettiği bir dönem de yaşadı.
Türkiye’de planlı döneme adını veren 27 Mayıs askeri darbesinden üç yıl sonra yürürlüğe konulan planlar, geleneksel Keynesgil büyüme teorisinin tasarruf-yatırım eşitliğini esas alan, üretim faktörleri arasında mekanik ilişkiler kuran ve kapalı-ulusal bir ekonomide bile teorik olarak sürdürülemez olan modellere oturtulmuştur. Bu modeller, 1929 krizinden sonra geliştirilen devletçi uygulamaların modellemesinden ibarettir ve dinamik, dışa açık ekonomilerde uygulama
Geçen hafta Uluslararası Para Fonu (IMF) heyeti Türkiye’de resmi temaslarını tamamlayarak, geleneksel gözden geçirme (ünlü 4. madde gereği) raporunu yayımladı. IMF heyetinin temaslarını tamamlaması ile raporunu yayımlaması çok ilginç bir tarihe de denk geldi; 2001 krizinin tam 17. yıl dönümü... Evet, tam 17 yıl geçmiş IMF’nin reçetelerinin sonucunda Türkiye’nin tarihinin en büyük krizini yaşamasının üzerinden...
Aslında 2001 krizine giden yol ve sonrasında olanlar, “Türkiye hiçbir zaman IMF politikaları yüzünden krize girmemiştir; ekonomiyi doğru dürüst yönetemediğimiz ve popülizm yaptığımız için ekonomi krize girmiş ve IMF kurtarmaya gelmiştir” tezinin iflasıdır da... Bu tezi, IMF’nin Türkiye’ye adım attığı 1947 yılından beri ne kadar Amerikancı-liberal varsa (ki bunların başını FETÖ’cü “liberaller” çekmiştir) savunmuştur. Biz ne zaman “Bakın bu IMF reçetesi krizi derinleştirecek, bunu savunmayın” dediysek aldığımız cevap şuydu; Siz IMF’ye bakmayın, ülkeyi bu hale getirenlere bakın, IMF tabii gelecek.” İşte 2001 krizi ve bu krizin mimarlarından o zaman IMF’nin 2. Başkanı olan Stanley Fischer, yalnız Türkiye için değil, benzer krizi yaşayan tüm gelişmekte olan ülkeler için önerdiği
Bu yazıda da birbirleriyle bağlantılı ancak her biri kendi içinde özgün ağırlığı, çözümleri olan üç konuya değineceğim.
Birincisi, Türkiye özelinde yükselen ekonomilerin küresel sistemdeki yeni konumları ve buna bağlı olarak, başta ABD olmak üzere, gelişmiş sayılan ülkelerle olan iktisadi ve siyasi ilişkilerinin yeniden tanımlanması; ikincisi, bu tanımlanmaya bağlı olarak, pazar ve kaynakların yeniden paylaşımı ve son olarak da Türkiye gibi açık bir ekonomide, enerji dışı ithalat gereksinimi ya da sanayi için ithalat bağımlılığı ve bu çerçevede kronik dış ticaret, cari açık sorunu...
Bugün Türkiye-ABD ilişkileri, yalnız siyasi bir konu olarak değil, aynı zamanda, ekonominin genel seyri hatta para ve sermaye piyasalarının günlük işleyişi bağlamında da ele alınan bir iktisadi mesele olarak da gündemde. Kimileri, Türkiye-ABD ilişkilerindeki gerilimi Johnson Mektubu ve Kıbrıs harekâtını bile aşan bir yere sürüklendiğini ve bunun da nihai olarak ekonomiyi olumsuz etkileyeceğini savunuyor. Öncelikle, 2. Dünya Savaşı sonrası ABD önderliğinde oluşturulan siyasi ve iktisadi sistemin artık bittiğini ve şimdi yaşadıklarımızın, 60'lı, 70'li yıllarda olan “gerilimlerle” karşılaştırılamayacağını
2012 yılının yaz aylarında, şimdiki krizin en büyük skandallarından biri, küresel finans sisteminin “tarihi” merkezi olan Londra’da ortaya çıktı.
Küresel finans sisteminde oyunu belirleyen en “saygın” ve sözü geçen bankaların merkezleri, tahmin edeceğiniz tarihi nedenlerden dolayı Londra’dadır.
Bu bankalar, haliyle günlük olarak ve kısa vadeli birbirlerine para alıp verirler. Yani fazlası olan açığı olana para verir ve bu paranın faizi de günlük olarak hesaplanır. Bunun için de her gün İngiliz Bankalar Birliği, hatırlı ve “saygın” bankalara, kısa vadeli kredi taleplerini sorar ve bankalar da talep ve fiyatlarını, en düşükten en yükseğe bildirirler. Sonuçta, ortalama bir faiz oranı bu beyanlara bağlı olarak oluşur ve bu ilan edilir. Buna da çok bilinen adıyla (London Interbank Offered Rate) Libor denir. Libor, yalnız bankaların kısa vadeli para alışverişinin fiyatı değildir; bütün dünyada para piyasalarında ve türev ürünlerde günlük faiz oranlarını belirleyen daha doğrusu küresel para piyasasını yönlendiren bir dayanak noktasıdır da...
Burada bir 'danışıklı-dövüşün' olmaması lazım, çünkü olursa ekonominin kalbi olan para piyasaları gerçek anlamda piyasa olmaktan çıkar. Faiz oranları,
Bu yazıda güncel ve tartışılan üç konu için bir bakış açısı sunmaya çalışacağım. Esasında bu üç konu, dünya ve Türkiye ekonomisi için, “mesele.” Yani üzerinde uzun zamandır tartıştığımız ve çözüm bekleyen sorunlar. Ancak artık bu meselelerde, zamanın geldiği yer itibarıyla, hem kamuoyu olarak hem de devlet-siyaset düzleminde, karara varmamız da gerekiyor. Her üç konu da, aynı anda, hem tek başına hem de birbirleriyle bağlantı bağlamında, yeni bir dönemi anlamak için önemli ipuçlarını içeriyor. Bu açıdan bu yazıdaki, her üç konu üzerine yapılan yorumlar bir yol haritasının başlangıç formülasyonu olarak da okunmalıdır.
Düzeltme değil, kriz...
Öncelikle bu hafta başından itibaren küresel borsalarda düşüşle kendini gösteren paniğe değinmek istiyorum. Çünkü bu hareketi -çokça söylendiği gibi- basit bir düzeltme olarak görmüyorum. ABD’den başlayarak Asya ve Avrupa borsalarına yayılan sert satış dalgası, krizin en belirgin ve en sert nöbetlerinden biridir. Bu, aynı zamanda, bu tür sert nöbetlerin artık daha sık aralıklarla sistemi sarsacağını bize gösteriyor. Yani sistem, değişim isteğini, bu tür kriz nöbetleriyle gündeme getirecek. Kriz, iki temel alanda kendini daha çok belli ediyor;
Dün gelen ocak ayı enflasyon verisi birçok açıdan değerlendirilmesi gereken bir eğilimi bize işaret ediyor. Tüketici fiyatlarının beklentinin altında düşmesi önemli ama bundan daha önemli olan, üretici fiyatlarındaki hatırı sayılır düşüş oldu. Üretici fiyatlarında, yıllık bazda, yüzde 15.47’den 12.14’e düştük. Tüketici fiyatları ise son altı ayın en düşük sevisine geriledi.
Tabii ki enflasyonun, Merkez Bankası'nın tahmin ettiği gibi, yılın ilk çeyreğinde gerileme trendine girmesinde birçok faktör etkili oluyor. Merkez Bankası’nın ısrarla vurguladığı sıkı para politikası duruşu, iç talep dinamikleri, kur etkisi ve dış fiyatlamaların seyri önemli faktörler. Ancak genel trend itibarıyla düşüşün kaynağının üretim tarafında olması dikkat çekici bir durum. Burada üretim tarafındaki enflasyon düşüşünün sanayideki özellikle imalat sanayiindeki kapasite kullanım oranı artışı ve ciro endeksi artışıyla birlikte hareket ettiğini görüyoruz. Buna 2017 Kasım ayından itibaren hızlanarak yukarı çıkmaya başlayan ve 2018’in ilk ayında da bu artışını sürdüren PMI (Satın Alma Yöneticileri Endeksi) eşlik ediyor.
Kredi ve enflasyon...
Burada bir diğer dikkat çekici veri seti ise bankacılık kesimindeki