2018 ilk çeyrek büyümesi beklendiği gibi geldi. 2018 yılının ilk çeyreğinde de büyümenin 2017 büyümesinin ivmelenmesiyle devam edeceğini biliyorduk. Yıllık yüzde 7.4 oranında gelen büyüme, tabii ki şu sıra da gündemde olan “Büyüme, bir sınırdan sonra Türkiye ekonomisi için cari açık ve enflasyon yaratıyor, bunun için Türkiye’nin önceliği büyüme değil, finansal istikrar olmalıdır” tezini yeniden tartışmaya açtı.
Bunun yanı sıra, uzun süredir devam eden TL’deki değer kaybı ve kurlardaki oynaklık, bu tezi zaten son büyüme verisinden önce de gündeme getirmişti.
Enflasyon-büyüme
Türkiye’de büyüme ve finansal istikrar arasındaki ilişkiyi en sağlıklı olarak 2002 sonrası gerçekleşmelerde takip edebiliriz diye düşünüyorum. Çünkü Türkiye, finansal istikrarın temel unsurlarından biri olan dalgalı kur rejimine 2001 krizi sonrası geçmiştir. Bundan dolayı daha önceki gerçekleşmelerde, iç-dış fiyat eşitlikleri ya da eşitsizlikleri kur tarafına doğru yansımıyor ve iç fiyatlar seyri (genellikle yukarıya ve enflasyon olarak) ile diğer makro büyüklükler arasındaki ilişki anlamsız oluyordu. Bundan dolayı, büyüme ve enflasyon arasında -eğer olduğu iddia ediliyorsa- bire bir ilişkiyi biz dalgalı kur
Bayram ve tatil günlerini de çıkartırsak, seçimlere -iş günü olarak- neredeyse birkaç gün kaldı. Bundan dolayı da ekonomide olan biteni çok dikkatli olarak izlemenizi öneririm. Geçen haftanın son iş gününde derecelendirme kuruluşlarından arka arkaya ekonominin en hassas alanı olan bankacılık sektörüne dönük olumsuz sinyaller gelmişti. Bu sinyallerin, bir algı yönetimi olarak, devam edeceğini ve programlanmış olarak, her hafta sonunda -düzenli bir biçimde- hem kuru hem de faizleri yukarı çekmek için kullanılacağını söyleyelim.
Biz bu köşede defalarca Türk banka sisteminin dünyanın en sağlam banka sistemlerinden biri olduğunu anlattık durduk. Türkiye’deki banka sistemi, kamu bankaları dâhil olmak üzere, 2001 krizinden sonra çok köklü bir dönüşüm geçirdi. Uluslararası regülasyonları tahkim edecek son derece köşeli yasal düzenlemeler yapıldı ve bu düzenlemeleri bankalar büyük bir özenle takip etti. Bütün bu süreçte banka sistemi, aynı zamanda, başta Avrupalı bankaların katılımıyla da yerel olmaktan ziyade uluslararası bir boyut da kazandı.
Gerçekler...
2001 düzenlemeleri ve sonrasındaki küreselleşme dinamiği Türkiye ekonomisindeki hızlı düzelme ve büyümeyle birleşince banka
Geçtiğimiz haftanın son iş gününde olanlar, seçimlere kadar, ekonominin görümünü bozmaya dönük algı operasyonlarının hızlanarak süreceğini bize gösterdi. Merkez Bankası’nın faiz artırması ve arkasından “sadeleştirme” adımını atması kur tarafında nispi rahatlamayı sağlamıştı. Ancak malum çevreler için bu adımların pek önemi yoktu. Hatta bu adımlara karşı cevap vererek, seçimlere kadar, kur ve faiz tarafında yukarı yönlü hareketin olmasını istediklerini ortaya açıkça koydular. Cuma günü öğleden sonra, ilk önce derecelendirme kuruluşu Fitch’in Türk bankalarıyla ilgili negatif izleme notu piyasaya sızdı. Sonra başka bir derecelendirme kuruluşu Moody’s Türkiye’yi negatif izlemeye aldığını ilan etti. Esasında ne bankalarla ne de Türkiye ile ilgili negatif izleme notunun, normal şartlar altında, pek kıymetiharbiyesi yok. Fitch ve diğerleri de çok iyi biliyor ki Avrupa’daki bir çok banka Türkiye’deki ortaklığı ve operasyonu sayesinde konsolide bilançosunu kırmızıya geçirmiyor. Özellikle İtalyan ve İspanyol bankaların Türkiye operasyonları onları kurtarıyor. Bugün Almanya dâhil olmak üzere, Avrupa banka sistemi can çekişiyor. Kendileri de çok iyi biliyorlar ki seçimlerden sonra, Türkiye
Ekonomik krizi siyasi krize dönüştüren ve Avrupa’nın yeni saatli bombası haline gelen İtalya’da hükümeti kurma görevi Carlo Cottarelli’ye verildi. Bu Cottarelli’yi biz çok iyi hatırlıyoruz. Türkiye’yi tarihinin en büyük ekonomik krizine götüren figürlerden birisiydi Cottarelli. 90'lı yıllar boyunca, özellikle de krizin yaklaştığı 90'lı yılların sonunda elindeki bond çantasıyla bakanlık koridorlarında fink atan, dolayısıyla ülke ekonomisini yöneten(!) IMF heyetinin başı olan Cottarelli, şimdi İtalya için, seçmen iradesini ve her türlü demokratik temayülü çiğneyerek, bir teknokrat hükümet kuracak.
2001 krizine giderken IMF Türkiye masası şefi olan Cottarelli ve ekibiyle 1 Temmuz 1999’da masaya oturan o zamanın ekonomiden sorumlu bakanı Hikmet Uluğbay, 6 Temmuz’da intihar girişiminde bulunmuştu. Hikmet Uluğbay, daha sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide “Neden intihar girişiminde bulundunuz?" sorusuna şöyle cevap verecekti: “Çok büyük stres altındaydım, evine icra gelen bir babayı düşünün, ben bunu ülke için yaşıyordum, istenenler, söylentiler beni buraya getirdi.” Esasında Hikmet Uluğbay, dürüst bir teknokrattı, gerçek anlamda bir siyasetçi bile değildi. Bence o tarihteki koalisyon
Merkez Bankası’nın dün attığı adımdan sonra, şu “bağımsızlık” meselesi de epeyi açıklığa kavuşmuş oldu sanıyorum. Biz başından beri Merkez Bankası’nın araç bağımsızlığının sonsuz olduğunu söylüyoruz; buna bağlı olarak da, son gelişmeler karşısında herkesin Merkez Bankası’nı takip etmesini gerektiğini vurguladık.
Burada siyasi tarafın söylemlerinin de, Merkez Bankası’nın amaç hedefleriyle hükümetin iktisat politikası hedeflerinin nihai olarak örtüşmesi gerektiğine vurgu olduğunu bir kez daha tekrarlayalım. Bu cümlenin bir diğer anlatımı da şu: Genel kural olarak, merkez bankalarının araç bağımsızlıkları olmalıdır ama amaç bağımsızlıkları olamaz. Merkez bankaları, devletin diğer kurumları gibi, bütün demokratik ülkelerde seçilmiş hükümetlerin, seçmene vaat ettikleri temel hedefleri gözetirler.
Hükümetin ya da siyasetin iktisat politikası amacı, genel olarak, öncelikle gelir dağılımını da düzelten kapsayıcı bir büyüme ve buna bağlı olarak genel refah düzeyinin artmasıdır. Bu temel amaç doğrultusuna öncelikle para ve maliye politikaları çerçevesi çizilir. İktisat politikasının iki temel ayağı olan para ve maliye politikalarının, bu çerçevede uygunluğu ve birbirini desteklemesi de
Öyle anlaşılıyor ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İngiltere ziyareti ve özellikle burada iş çevreleriyle yapılan toplantı bazı “merkezleri” oldukça rahatsız etti.
Cumhurbaşkanı’nın hem Bloomberg televizyonunda yaptığı söyleşi hem de bu söyleşiden önce, İngiltere merkezli finans ve iş çevreleriyle görüşmesi uydurulmuş bilgilerle ve çok çarpıtılarak yansıtıldı ve değerlendirildi.
Her şeyden önce şunu söylemeliyim: Erdoğan, hem iş çevreleriyle yaptığı toplantıda hem de sonrasında gerçekleşen canlı yayında, bütün sorulara içtenlikle cevap verdi; dileyen dilediğini sordu. Cumhurbaşkanı, Türkiye’nin yaşadığı darbe girişiminden sonra ekonominin nasıl toparlandığını, Ortadoğu gibi çok sorunlu bir coğrafyanın göbeğinde olan Türkiye’nin nasıl en güvenli yatırım yapılabilir bir ekonomi olduğunu anlattı. Seçimlerden sonra ise ülkede yeni bir dönemin başlayacağını ve olağanüstü olarak algılanan durumların da ortadan kalkacağını vurguladı. Esasında Türkiye’yi gerçekten nesnel olarak değerlendirme niyeti olanlar için bu toplantı çok güzel bir fırsattı.
Sanıyorum, seçimlerden sonra, hem genel olarak İngiltere ziyaretinin hem de iş çevreleriyle yapılan bu toplantının tarihi önemi çok daha açık olarak
Türkiye’nin yeni dönemde ekonomi-politikaları nasıl şekillenecek? Şu sıralar bu soru en çok duyduğum sorulardan bir tanesi. Ancak bu sorunun cevabını, son yıllarda ekonomide atılan adımlar, Cumhurbaşkanı’nın açıklamaları ve dünya ekonomisindeki temel dinamiklere bağlı olarak Türkiye’nin iktisadi ve sosyal dinamikleri kendiliğinden veriyor bizce.
Öncelikle, Türkiye’nin 2001 krizinden sonra AK Parti iktidarlarıyla elde ettiği çok ciddi kazanımlar var. Bunların en önemlisi dalgalı kur rejimine geçiştir.
Bilindiği gibi Türkiye, 2001 krizinden önce, kuru hedefleyen sabit kur rejimi başlığı altında değerlendireceğimiz kur rejimini uyguluyor ve finansal istikrarı yüksek faiz-değerli TL aritmetiğiyle sağlamaya çalışıyordu. Ancak dışa açık ve küresel piyasalarda rekabet eden bir ülke için bu tuzaktı ve bu tuzak, 2001 krizinin temel nedenlerinden biri olarak karşımıza çıktı. Türkiye, 2002’den beri dalgalı kur rejimi uyguluyor ve artık ithalatı ve borçlanmayı önceleyen, sabit kur rejiminin geçerli olduğu kapalı -dolayısıyla sağlıksız- bir yarı sömürge ekonomisine sahip değiliz.
Son günlerde gündemimizde olan kur meselesine gelirsek:
Genel olarak dalgalı kur rejimlerinde kurun, hızlı bir şekilde
Bu seçim sürecinde, muhalefet tarafında, hiç anlamadığım bir görüntü var; sanki 25 Haziran’da eski sistem devam edecekmiş gibi muhalefet yapıyorlar, konuşuyorlar. Ancak zaten parlamenter sisteme döneceklerini, her fırsatta söylüyorlar diyeceksiniz; hadi diyelim seçimi kazandılar ve öyle olması için kolları sıvadılar, peki o kaosla örülü gerici restorasyon sürecini nasıl yönetecekler? 25 Haziran sabahı Türkiye, seçim sonucu ne olursa olsun, yeni bir sisteme uyanacak ve her şey otomatik olarak değişmeye başlayacak. Başta devlet bürokrasisi olmak üzere, yasama, yürütme ve yargı organları bu yeni döneme kendilerini uydurmaya çalışacaklar. Bu durumda, inatla eskiye döneceğiz diyen birileri iktidara gelirse, başta ekonomi olmak üzere, her alanda çarklar yalnız durmakla kalmayacak, geriye de dönmeye çalışacak ve öyle ki, şimdiye değin büyük bir istimle dönen çarklar, geriye dönmek için, dişlilerini de kırmaya başlayacak!
Bu büyük riski sermaye göze alamaz, çalışan büyük kesimler, KOBİ sahipleri, esnaf, çiftçi hiçbir kesim bunu göze alamaz. Kaldı ki riskten öte, geriye dönmek, bütün bu kesimlerin hem kısa vadeli hem de uzun vadeli çıkarlarına terstir. Toplumların tarihinde böyle dönemler