Merkez Bankası’nın dün attığı adımdan sonra, şu “bağımsızlık” meselesi de epeyi açıklığa kavuşmuş oldu sanıyorum. Biz başından beri Merkez Bankası’nın araç bağımsızlığının sonsuz olduğunu söylüyoruz; buna bağlı olarak da, son gelişmeler karşısında herkesin Merkez Bankası’nı takip etmesini gerektiğini vurguladık.
Burada siyasi tarafın söylemlerinin de, Merkez Bankası’nın amaç hedefleriyle hükümetin iktisat politikası hedeflerinin nihai olarak örtüşmesi gerektiğine vurgu olduğunu bir kez daha tekrarlayalım. Bu cümlenin bir diğer anlatımı da şu: Genel kural olarak, merkez bankalarının araç bağımsızlıkları olmalıdır ama amaç bağımsızlıkları olamaz. Merkez bankaları, devletin diğer kurumları gibi, bütün demokratik ülkelerde seçilmiş hükümetlerin, seçmene vaat ettikleri temel hedefleri gözetirler.
Hükümetin ya da siyasetin iktisat politikası amacı, genel olarak, öncelikle gelir dağılımını da düzelten kapsayıcı bir büyüme ve buna bağlı olarak genel refah düzeyinin artmasıdır. Bu temel amaç doğrultusuna öncelikle para ve maliye politikaları çerçevesi çizilir. İktisat politikasının iki temel ayağı olan para ve maliye politikalarının, bu çerçevede uygunluğu ve birbirini desteklemesi de esastır. Ancak bunun dışında da para ve maliye politikası patikaları da, Türkiye gibi dışa tam açık ekonomilerde, ülkeyi dış kriz şoklarından koruyacak araçları geliştirir, önlemleri alır. Örneğin, Maliye Bakanlığı’nın akaryakıtta, kur ve petrol fiyatlamalarını tüketiciye yansıtmamak için geliştirdiği, bir nevi eşel-mobil sistemi uygulaması olan özel tüketim vergisi indirimi böyle bir önlemdir.
Ayrıca bu önlemin enflasyon beklentilerine olumlu katkı yapacağını söylemeliyiz.
Yine merkez bankasının son adımının zamanlaması da önemlidir. Merkez Bankası bu adımla, para politikasında görünürlüğü artırmıştır. Merkez Bankası’nın fonlama kanallarının, yeniden normale dönmesi de para politikasının belirsizliği konusunda yapılan tartışmalara umarım son verir.
Şunun bir kez daha altını çizmek istiyorum; Türkiye’nin seçim sonrası için, bir iktisat politikası belirsizliği yoktur. Tam aksine, hem AB hem de ABD tarafında çok ciddi bir iktisat politikası belirsizliği vardır ve Türkiye, bu belirsizliği içeriye en az yansıtacak önlemleri de hızla almaktadır. Daha düne kadar bir finansal kriz beklentisi içinde olan İtalya dün itibariyle de sırtına bir de siyasi kriz riskini almıştır. Öte yandan, halen Almanya’nın Avrupa Merkez Bankası’nı (ECB) Bundesbank’a çevirme çalışmaları (!) sürüyor ama bunun karşısında kimse “ECB bağımsız değil mi?” diye Almanya’ya soramıyor.
Kırılganlığın nedeni!
Biz tam burada şunu soruyoruz: Hem ECB’nin hem de Fed’in 2008’den beri yaptığı tarihte görülmemiş parasal genişlemeler finansal kriz ve resesyon riskini ortadan kaldırdı mı? Hayır! Ama bunun aksi de, enflasyon öncelikli ve çıkışlı bir stagflasyon tehlikesini (uygulanan yanlış ekonomi-politikaları ile) her zaman sırtlarında hisseden gelişmekte olan ülke ekonomileri için de geçerlidir. Parasal önlemlere, yapısal bir sorun olan, enflasyon tehlikesini bir yere kadar bastırabilirsiniz; yani pisliği bir yere kadar halının altına süpürmeye devam edersiniz. Esasında bu “kırılganlığın” temel dinamiklerinden biri olan kronik cari açık sorunu da kronikleştiren bir yanlıştır. Çünkü parasal önlemlerle, enflasyonu gerçek anlamda önlemezsiniz ancak suni bir iç ve dış fiyat eşitsizliği sağlarsınız, bu eşitsizlikte sizi bir borç ve ithalat ekonomisi haline getirir, cari açığı öncelikle dış ticaret kaynaklı olarak, yukarıda tutar ve kronikleştirir. Ülke Doğrudan Yabancı Yatırım (FDI) çekmez ama “sıcak para” girişi ile cari açık finanse edilir. Kırılganlığın temeli budur. Sıcak paranın da mottosu “yüksek faiz, gereksiz değerli yerel paradır” Türkiye, bu temel yanlış döngüyü kırmak için, özellikle 2008’den sonra, (IMF’den sonra) çok önemli adımlar attı. Ancak bütünüyle yeni bir hikâye yazacak aşamayı henüz yakalayamadık.
Evet, enflasyonla mücadelede finansal istikrar ve para politikası araçlarının önemi ortadadır ancak bunlar kadar, enflasyonun yapısal tarafı ile mücadele de önemlidir. Türkiye, yeni dönemde her ikisini de koordineli olarak yapacaktır. Yalnız parasal ayakta ısrar etmek, hiç şüphesiz, bir kısır döngü oluşturur.
Yeni bir hikâye...
Başkanlık sisteminin bu kısır döngüyü kıracak temel ve köklü reformları yapacak bir imkan olduğunu da burada söylemeliyiz. Bu anlamda birileri eğer 24 Haziran’dan sonra Türkiye’de iktisat politikası belirsizliği olabilir diyorsa, en hafifinden ezbere konuşuyordur. Tam aksine, şimdiye değin, Türkiye’de siyasi rejimin, bütünlüklü ve uzun vadeli bir iktisat politikası elvermemesi nedeniyle, yapısal anlamda bir iktisat politikası belirsizliği vardı.
Burada bir parantez açarak, 1929 kriziyle ilgili olarak, parasalcı görüşü en iyi anlatan ve krizin nedenini bilimsel (!) olarak açıklayan(!) Milton Friedman ve Anna Scwartz’a herkesin bakmasını salık veririm. Bu ikisinin bu konuda yazdıkları bir yanılgı anıtıdır. Her ikisi de, 1930’daki sert düşüşü, Fed politikalarına bağlarlar. “1929 Ağustos’undan 1933 Mart ayına kadar eğer para arzında düşüş olmasaymış, buhran da olmazmış.” Yani sermayenin yenilenmesi gereği, verimlilik ve kapasite sorunları, para sistemi ile küresel ticaret arasındaki uyumsuzluk, büyük ülkelerin pazar sorunları ve bütün bunların sonucu olarak düşen kar oranları ve talep yetersizliği krizin nedeni değil, Friedman’a göre... Sonra iktisadi normatif bir alan sanan bu ikisini, Keynes’in çırağı Peter Temin yerin dibine soktu çıkardı. Ama bunların müritleri aynı yoldan devam ettiler. Çünkü hiç bir zaman iktisat bilimi diye bir dertleri olmadı. Tam aksine, Amerika’nın çıkarları için oluşturulan normatif -bilim dışı- kalıpları vazgeçilmez bir ideoloji haline getirdiler. Bu ideolojiyi de oryantalist bir bakışla Doğu’ya pazarladılar. Doğu’dan gelen çocuklara bu safsatalarla doktora yaptırdılar.
Ama bir de şu var; hadi buraya geldiniz Şikago’dan falan... Bu safsataları satmaya çalışıyorsunuz; bari metodoloji denen şeyden haberiniz olsun da okuduğunuzu anlayın. Ama biliyorsunuz; liselerden temel mantık, üniversitelerden de metodoloji dersini 12 Eylül kaldırdı. Hem Şikago hem 12 Eylül çocuğu olmak böyle bir şey...
Neyse, esas konu şu:
Türkiye’nin, 24 Haziran’dan sonra, bir iktisat politikası belirsizliği hiç olmayacağı gibi, para ve maliye politikalarının ve büyüme hedeflerinin, yatırım ortamının, tam aksine, daha da belirli hale geleceğini söyleyebiliriz. (Tabii burada iktisat politikası konusunda ne dediği belli olmayan, IMF’nin bile seksenli yıllarda bıraktığı, geçen yüzyıla ait ezberleri tekrar eden muhalefetin iktidara gelme kazasına Türkiye’nin uğramayacağı varsayılıyor)
Özetle; 24 Haziran’dan sonra, şimdi para politikası için bahsettiğimiz “sadeleşme” ekonomi yönetimi için de olacak. Karar alma mekanizmaları güçlenecek ve sadeleşecek ve yatırımcı, özel sektör dostu bir bürokrasi olacak. Para ve maliye politikalarının uyumu en üst düzeyde olacak ve iktisat politikasında en ufak bir belirsizlik kalmayacaktır.
Şunu itiraf etmeliyiz ki bugün ekonomi ile ilgili bakanlıkların bu kadar çok ve spesifik görev tanımlarının olması bile, başlı başına bir iktisat politikası belirsizliği sorunudur. Bir kere bu ortadan kalkacak. Böyle olunca, Türkiye, 2002’den beri geliştirdiği kazanımları daha da derinleştirecek. Örneğin, rekabetçi dışa tam açık bir ekonominin temeli olan serbest kur ve kambiyo rejimi, bağımsız düzenleyici ve denetleyici kurumların regüle ettiği finansal piyasalar ve yatırım ortamını iyileştiren dinamik, günün koşullarına uygun, sürekli bir reform stratejisi Türkiye’nin yeni dönemdeki yol haritasında korunarak derinleştirilecek temel kazanımlarıdır.