Seçimlerden önce, seçim sonuçlarının bilinmemesine de bağlı olarak, Türkiye ekonomisinin iyiye gitmeyeceği propagandasını yapmak isteyenlerin temel tezlerinden biri, “Türkiye ekonomisi için bir iktisat politikası belirsizliği olduğu” idi.
Esasında bu iddiayı hem bizim burada yazdıklarımız hem de ilgili kurumlarımızın defalarca yaptığı açıklamalar çürüttü. Üstüne üstlük AK Parti’nin seçim beyannamesi de iktisat politikaları konusunda öyle kapsayıcı ve ayrıntılı yazılmıştı ki zahmet edip okuyan, orada Türkiye’nin önümüzdeki beş yıl için nasıl bir ekonomi-politikası izleyeceğini bulur.
Ancak özellikle Bakanlar Kurulu'nun açıklanmasından sonra, öyle raporlar ve bunlara bağlı haberler okuyorum ki bu saçmalıklara cevap vermek bile bizim için zül oluyor. Tabii bu saçmalıklar, aynı zamanda, bir cahillik değilse, bir dolandırıcılık hikâyesi de... Çünkü bu raporları yazanlar ve bunları ciddiye alıp da haber yapanlar önce müşterilerini sonra da kamuoyunu yanıltıyor. Bunlara inanan, bunlardan profesyonel hizmet alan kişi ve kurumlar aldatılıyor.
Bunu seçim öncesinde de gördük, bu tür yalanlarla kendi seçmen kitlelerini de kandırdılar.
Yol belli...
Türkiye ekonomisinin bundan sonraki yol haritası
Türkiye bugün itibarıyla başkanlık sistemini çalıştırmaya başladı.
Dün yapılan yemin töreni ve açıklanan kabine, Cumhuriyet tarihimizdeki en önemli başlangıçlardan biri olarak tarihe geçmiştir.
Bu anlamda 9 Temmuz 2018 Cumhuriyet tarihindeki müstesna yerini almıştır.
Türkiye’nin bu tarihi adımı ve başkanlık sistemine geçiş kaçınılmazdı. Ancak zamanlama açısından da tam zamanı diyebiliriz. "Dün erkendi, yarın çok geç, bugün tam zamanı...” Bu çok ünlü deyiş, Türkiye’nin bu tarihi adımını anlatır mı bilmiyorum ancak, bu geçiş için, “Yarın çok geç olacaktı” diyebilirim.
Neden şimdi?
Öncelikle ilk sanayi devrimiyle başlayan (18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl) ve iki yüzyıla yakın bir zaman diliminde, Britanya’nın sömürgeci önderliğinde, şekillenen süreç dahil olmak üzere, 20. yüzyılın büyük krizlerini, savaşlarını ve bütünüyle Soğuk Savaş’ı kapsayan tarihsel evre şu sıralar sona eriyor.
Avrupa tarafına önce sanayi devriminin ilk sarsıcı dalgaları geldi, sonra Avrupa’nın imdadına Soğuk Savaş’ın yıkılan duvarları yetişti. Başta Doğu Almanya olmak üzere, “Demirperde” ülkeleri Avrupa’nın merkez ülkeleri tarafından ilhak edildiler ve bu tarihi geçiş, Avrupa Birliği’nin krizini geçici bir süre
Büyük bilim tarihçisi Fuat Sezgin Hocamızı kaybettik. Fuat Sezgin’i, doğrusunu söylemek gerekirse, geç tanıdık. Bütün hayatını Doğu -İslam- toplumlarını araştırmaya adamış, insanlığın tanıdığı en önemli “şarkiyatçılardan” biri olan Fuat Sezgin’in tezlerini, yaptığı çalışmaları geç farkına varmamızın temel nedeni de bence, paradoksal olarak, Fuat Sezgin Hoca'nın temel tezidir.
Fuat Sezgin, bütün akademik hayatı boyunca, Batı’nın temel ezberlerinden birini temellerinden sarsarak, bilimin -teknolojinin- insanlığa, ilk defa, İslam medeniyetleri üzerinden -Doğu’dan- yayıldığını kanıtlamaya çalışmış ve bunu da -bilimsel olarak- ispat etmiş bir bilim insanıdır.
1960 darbecileri, İslamiyet üzerine araştırma yapan, Buhari’yi araştıran bir bilim adamına tabii ki sıcak bakmayacaklardı. Fuat Sezgin, 1961’de “zararlı” akademisyen ilan edilir ve Türkiye’yi terk etmek zorunda kalır.
Ancak Sezgin’in çığır açan ve Batı’nın bütün oryantalist ezberlerini bozan tezleri Batı’da da çok konuşulmaz. Hele hele Türkiye’ye hiç uğramaz. Çünkü Batı’nın oryantalist ezberleri bellidir: “Doğu’nun geri kalmışlığı kaçınılmazdır; çünkü Doğu toplumları, Batı’da olduğu gibi, “ileri” bir düzen kuramazlar. Bu toplumlar,
Türkiye’nin 24 Haziran’da attığı tarihi adım, hiç şüphesiz ki niteliksel bir değişimdir. Ancak şu sıralar ekonomi dahil olmak üzere, birçok alanda yapılan değerlendirmeler, muhalefet partileri sözcülerinin konuşmaları hatta ekonominin geleceği konusunda değerlendirme yapan piyasa analistlerinin yorumları, benim izlediğim kadarıyla, eski sistem sanki devam ediyormuş varsayımıyla yapılan değerlendirmeler şeklinde...
Örneğin, ekonomide kimlerin bakan olacağının bu kadar yoğun tartışılması çok anlaşılır değil. Çünkü bakanlık yeni sistemde mazruf değil zarf. O çok söylenen söz gibi; zarfa değil mazrufa bakınız; çünkü zarf kıymetini mazruftan alır. Burada mazruf, milletin demokratik seçimidir; yani başkanın milletten aldığı demokratik yürütme yetkisidir.
Bu anlamda yeni sistemde siyasi olan bakanlıklar değil, başkanın iradesi doğrultusunda şekillenecek yapılardır. Eski sistemde bakanlar, seçilmiş meclis üyelerinden oluşuyordu ve bürokratik güçlerini doğrudan kendi seçmenlerinden alıyorlardı. Şimdi böyle bir şey yok. Bakanlıklar, doğrudan siyasi iradenin (Başkanlığın) siyasi hedefleri doğrultusunda hareket ederler, dolayısıyla amaç olarak buraya bağlıdırlar; ancak, kendi icra alanları için
24 Haziran hiç şüphesiz ki Türkiye tarihinin en önemli seçimidir. Bu seçim, yalnızca bir siyasal sistem değişikliğini başarmamıştır. Halkın iradesiyle oluşan yasama gücü, önümüzdeki yıllara ilişkin de çok önemli ipuçlarını önümüze koymaktadır. Siyaset sosyolojisi açısından da bu anlamda 24 Haziran seçimleri çok önemli bir siyasi dönüşüm örneğidir.
AK Parti’nin Erdoğan’la birlikte belirlenen 16 yılı, süreç itibarıyla, zaten zamana yayılmış bir sesiz devrimdi. Bu devrimin iktisadi dinamikleri, siyasi olanı da belirleyerek Türkiye’yi 24 Haziran dönüşümüne getirdi. Bütün bu süreçte “eskinin” çok kapsamlı direnişiyle karşılaştık. Eski vesayet sisteminin kurulu güçleri, başından beri sayısız darbe girişimini, adeta nöbetleşe (“Cumhuriyet” mitinglerinden e-muhtıraya uzanan darbe geleneği güçleri, nöbetlerini bir müddet sonra FETÖ’ye bıraktı) hayata geçirdi.
Dış basında, Erdoğan’a kadar, Türkiye’yi iliklerine değin sömürmeye alışmış küresel sermayenin en gerici kesimleri eski düzenleri bozulmaya başlayınca, Erdoğan’ı “diktatör” ilan ederek, her türlü saldırıyı giderek artan dozda gündeme getirdiler. Seçim öncesi de bu saldırıların dozu, derinliği ve organize gücü, Türkiye ekonomisi de hedef
Türkiye, bu hafta sonu, tarihinin en büyük siyasi dönüşümlerinden birini gerçekleştirecek. Tam burada bitmekte olanı söylememiz lazım; 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD önderliğinde oluşturulan ekonomik ve siyasi sistemde, Türkiye, kendisine biçilen “deli gömleğinin” içinden bu seçimlerle çıkıyor.
2. Dünya Savaşı sonrası hemen 1947 yılında, CHP -tek parti- iktidarı döneminde başlayan süreç, gerçek anlamıyla 24 Haziran 2018 tarihinde sonlanıyor.
Bu anlamda 1947 yılı çok ilginç bir “başlangıç” yılıdır. IMF, Türkiye’ye bu yıl adım atar, bu yılla birlikte ekonomik ve siyasi sistem şekillendirilir. Esasında dünyada da bu yılla birlikte başlayan ve soğuk savaşla devam eden süreç, ilk önce Berlin Duvarı’nın 1989’da çökmesiyle, sonra da 2008 krizinin dalgalarıyla yerle bir oldu.
Dünyada da yaklaşık yirmi yıldır büyük bir altüst oluş yaşanıyor. Geleneksel siyaset ve iktisat teorileri ve en genel olarak da sağ ve sol olarak ifade edilen siyasi kutuplaşmalar, bir önceki yüzyılın bitmiş gerçekleri olarak tükeniyorlar. Bugün bütün dünya, gelişmiş ülkelerden gelişmekte olanlara oradan azgelişmişlere kadar, yeni bir arayışın ve çıkışın imkânları arıyor.
Bu sürece şimdiye değin görülmemiş derinlikte ve
Tarihi seçimin son haftasındayız. 24 Haziran’da Türkiye, siyasi işleyiş sistemini değiştiriyor. Esasında bu bir değişiklikten ziyade bir dönüşüm ve bu tarihi dönüşümü Türkiye çok ama çok önceden yapmalıydı.
Tek Parti rejiminden sonra kurgulanan parlamenter sistemin hegemonya dayanağının Amerika Birleşik Devletleri olduğu artık bir siyaset bilimi gerçeği. Güçsüz koalisyon hükümetlerinin, tıkandığı yerde, yerini askeri darbelere gönüllü olarak terk ettiği, sözüm ona bir parlamenter demokrasi oyununu yıllardır oynadık. Bu sistemin -iktidar olsa da olmasa da- en önemli siyasi aktörü CHP idi. Hatta CHP’nin iktidarda olmaması, paradoksal olarak, CHP için daha fazla iktidar anlamına geliyordu. Devletin ekonomi, iç politika, dış politika gibi temel alanlardaki yol haritası okyanus ötesinden belirleniyor ve ilgili bürokrasiye CHP eliyle dikte ettiriliyordu. Bütün bu dönemin bu anlamda en ilginç figürlerinden biri Kasım Gülek’tir. Gülek, yıllardır CHP Genel Sekreterliği'ni adeta bir devlet genel sekreterliği gibi yürütmüş, “mümtaz”, tarihi bir kişiliktir.
Ama Gülek’in şahsında devletin ABD’ye olan bağımlılığını, özellikle soğuk savaş koşullarında, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik konturlarının
Dün Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın bütçenin mayıs ayı gerçekleşmeleriyle ilgili yaptığı açıklama, günlerdir emekli ikramiyeleri, ÖTV ayarlamasıyla ilgili olarak bütçe yaygarası koparanları, çok iyi biliyorum ki, teskin etmeyecek. Çünkü günlerdir ekonomi bozuluyor, hatta kriz geliyor propagandası yapanların Türkiye ekonomisiyle ilgili gerçeklerle alakalarının olmadığını biliyoruz.
Tıpkı Gezi’de mesele nasıl “üç beş ağaç” değilse, buradaki mesele de bütçe ya da ülkenin borç meselesi değil. Naci Ağbal, dün yeniden yapılandırma ve imar barışı uygulamalarıyla ilgili olarak bütçeye 70 milyar liralık ek gelir geleceğinin altını çizdi. Bu uygulamaların bir defaya mahsus olduğunu söyleyenlere cevap ise, bütçenin gelir tarafında, büyümeye bağlı iyileşme, harcama tarafında ise seçimden sonra gelecek tasarruf tedbirleri yeter mi bilmiyorum.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, dün büyümeyle artan bütçe gelirlerine dikkat çekti ve bunların halka yeniden nasıl yatırım olarak döndüğünü anlattı. Türkiye’nin bütçe performansı büyümeyi, yıllar itibarıyla da, genel refaha ve genel ekonomik dengeye yansıtıyor. Bu, bugün hiçbir ülkede olmayan sosyal bir özelliktir de...
Ancak açık olan bir şey de şu; Türkiye, öyle