Bir tartışma programı yapmamı istiyorlardı.Dizide, filmde, sporda rakipleriyle yarışıyorlardı. Ama TRT - 1'de hiç haber ve tartışma programı yoktu. Bu boşluğu doldurmak istiyorlardı.TRT'nin bünyesinin böyle bir programı kaldıramayacağını, Genel Müdür Yücel Yener'in de bu hükümetle fazla çalışamayacağını söyledim.Ancak teklifi getirenler iyi niyetle üsteleyince önce Genel Müdür'le, sonra üst düzey TRT yöneticileriyle saatler süren bir toplantı yaptık. İstisnasız hepsi, kurumun cesur bir atak yapmasından yanaydı.Ben televizyonculuğa TRT'de Ali Kırca ile yaptığımız "Açık Oturum"la başlamıştım. O yüzden böyle netameli yapımların TRT'de başa ne işler açtığını biliyordum. Buna ne yasalar müsaitti, ne de - daha beteri - kafalar...***Ama böyle devasa bir kurumun, daha fazla başını kuma gömemeyeceğini herkes görüyordu. Nitekim Haber Dairesi'nde başkanlığa muhabirlikten yetişme Aydoğan Kılınç'ın getirilmesiyle gençleştirme operasyonunun fitili ateşlenmişti.Ama tartışma başka işti. Samimiyetle "Keşke olabilse" diye düşünerek işin zorluğunu anlatmaya çalıştım:Mesela Kıbrıs'ta Denktaş'ınki dışında bir görüşü ekrana çıkarmaya, savaşta Kuzey Iraklı Kürt liderleri TRT'de ağırlamaya, başörtüsü
Havada, toprakta, suda, harpte ölmüş bebelerin ayazı...Ekranda bozgun artığı ordular; elimde hanidir aynı kitap var.***"Saklambaç oynayan bir çocuktubüyüttüğüm; babasının dudaklarınasıkışmış ve unutulmuş...sobelendim, saklandığım saydam düşlerinardında. sunacak başka şeyim yoktu,bir çocuğun bayram sabahındakibeklentisini sundum yaşama ve tedirginliğinioğlu savaşta bir annenin. Uzak ezgisinidinleyerek bırakıp gitmelerin..."***Zafer Ekin Karabay bu mısraları yazdığında 28 yaşındaydı.Hayatın ağırlığı karşısında insanın hafifliğine dayanamadı.Son bir şiir yazdı.Ve büyük sırrını onun dizelerine sakladı:***"Nil güne akarken şubat gibi biriktim;dört yıl topladığı acısını yirmi dokuzuncuadımında gösteren. Ve çıktım yaşamaonun sakladıklarını sunarak saklandığımyerden. Sonra kendime dönüp dinledim:yeniden acılarımı ve sordum:yaşamın neresine saklanmalı ozan,ya da nasıl saklamalı yaşamı?***"Gün'e akan Nil", Nilgün'dü aslında: Nilgün Marmara - "Hayatın neresinden dönülse kârdır" deyip 29'unda intihar etmişti.Şimdi "yirmi dokuzuncu adımında" sıra
Ağlayan kadın, kılına zarar gelmesin diye bir ömür verdiği bu tarih abidesinin, vahşice yok edilmiş olduğuna inanmak istemez gibiydi.Barbarlar, kendilerine böyle bir hayatı reva gören tarihten intikam almak istercesine gelmiş, yıkmış, gitmişti.Bağdat, birkaç saat içinde hafızasını yitirmişti.İnsanlıkla birlikte...***Bağdat yağmasını izlerken Sabri Beyi hatırlayan olmuş mudur acaba?Sabri Bey, geçen yüzyılın başında Yıldız Sarayının "Hafız - ı Kütüb"üydü. Kütüphanenin kollayıcısı yani...Elyazmaları, minyatürler, haritalar gibi nadide eserlerden oluşan paha biçilmez bir hazine ona emanetti.Hareket Ordusu, 1913te, 31 Mart ayaklanmasını bastırmak üzere İstanbula yürüdüğünde yağma olayları baş göstermişti. Alınan önlemlere rağmen beyaz külahlı bazı askerlerin Saraydan elbiseler, nişanlar çalması engellenememişti.Sonunda korkulan oldu ve yağmacı askerler Yıldız Kütüphanesinin kapısına dayandı.33 yıllık bir hükümdarın tüm koleksiyonu, birkaç adım mesafedeydi.Kütüphanenin müdürü Sabri Bey işte tam o sırada ortaya çıktı.Kapıya geldi; askerlere içeri giremeyeceklerini söyledi. Sözünü dinletemeyince de "Beni çiğnemeden geçemezsiniz" diye kapı önünde boylu boyunca yere yattı.Sabri Bey,
1970'lerin üniversite kantinlerinden çıkıp gelmiş gibi heyecanlı ve coşkuluydu.TEMA Başkanı sıfatıyla Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'le görüşmüş, ormanlarla ilgili Anayasa değişikliğinin sakıncalarını anlatmıştı.Son günlerde Amerikan ürünlerine karşı kampanyaya adamıştı kendini...Yaptığı eylemlerden örnekler verdi çocuksu bir keyifle:"Kapısında 'Shop" yazan bir alışveriş merkezine giriyorum. Bir araba dolusu mal alıyorum. Kasaya yanaşınca tabelaya göz atar gibi yapıp 'Pardon burada "shop" yazıyor. Ben yabancı dil kullanan yerlerden alışveriş yapmıyorum' deyip hepsini boşaltıyorum."Bir başka eylemi de şu:Gittiği yerlerde bir kahvehaneye oturup herkese içecek ısmarlıyormuş. Kola gelirse herkesi kaldırıp kola satılmayan başka kahveye götürüyormuş. Çıkarken de "Bu içtiklerinize ödediğiniz parayla Iraklı çocukların öldürülmesine katkıda bulunuyorsunuz" diyormuş.Hayrettin Karaca bütün Tema teşkilatına, eylemine katılma çağrısı yaptığını anlattı.Sonuç almaya da başlamışlar.Mesela Malatya'da, yabancı dilde yazılmış bütün tabelaların 2004'e kadar kaldırılması kararlaştırılmış.***Görüştüğümüzün ertesi günü İstanbul'da 2 Mc Donald's şubesinin bombalandığı haberi geldi.Amerika'nın
Savaşın "Allah'a inananlarla, inanmayanlar arasında" olduğunu söylüyor, Iraklıları şehit olmaya çağırıyor, kâfirin hezimete uğrayıp cehennemde yanacağını, mücahitlerin ise cennette ödüllendirileceğini müjdeliyordu.Her cümlesinde Allah'ın adını anıyor ve sözünü "Allahuekber" diye noktalıyordu.***Bu konuşmalara bakıp "Bir radikal dinci devrildi" diye düşünenler bir de "deviren"i dinlemeli:"Adalet ile zulüm her zaman birbirleriyle savaş halindedir. Ve Allah bunlar arasında tarafsız değildir. Biz iyiyle kötü arasında bir savaştayız. Amerika, kötülüğü iyilikten ayırt edecek."Bunlar ABD Başkanı George W. Bush'un sözleri...Şu cümle de onun:"İşte, karanlıkta o ışık yanacak ve karanlıklar onu kapatamayacak."Bush'un 11 Eylül'ün yıldönümü konuşmasındaki bu cümle, John'un İncil'inde Hz. İsa'nın dünyaya gelişini anlatan sözlerin tıpatıp aynısı...Yemin töreninde geçen "Kutsal hortuma binmiş bir melek bu fırtınayı yönlendiriyor" cümlesindeki "Kutsal hortum" ise Hıristiyan literatüründe Tanrı'nın kullarıyla haberleşmekte kullandığı bir yol olarak biliniyor.***Mithat Bereket NTV'deki Anahtar programında Bush'un dünya görüşünü etkileyen sofuluğunu ve tarikat bağlantısını deşifre etti.Programda
"Hanginiz Saddam Hüseyin?.."Soru duyulur duyulmaz önce Irak devlet başkanına tıpatıp benzeyen dublörleri, sonra özel muhafızları, derken fedaileri ve nihayet bilcümle halkı hep birden öne fırlayıp avazı çıktığı kadar bağıracak:"Benim, Saddam Hüseyin...""Hayır... asıl benim!.."Çok Türk filmi seyretmişsiniz.***Prof. Dr. Ünsal Oskay Hocam derdi ki;"En büyük ahlaksızlık, yoksuldan ahlak beklemektir".20 yıldır savaşan, 10 yıldır ambargo altında aç yaşayan ve kişi başına ortalama geliri yılda 1000 dolara ulaşamayan bir halk bu...Ölüm korkusuyla, rejim baskısıyla, geçim kavgasıyla feci günler geçirmiş.Öfkelenmiş, bilenmiş, susmuş söyleyememiş.Sonra bir gün işgalciyi görünce süngüyü indirivermiş; yıllar yılı tapındığı heykelleri devirip yağmaya girişmiş.***Şimdi bunlara bakıp "Vay iki yüzlü yamyamlar" diye söylenenlere soruyorum:Siz İstiklal Caddesi'ne, New York 5. Cadde'ye, Champs Elysee'ye çıkıp "Yağma serbest" diye bağırın bakalım neler oluyor. Kimler medeniyet maskesini düşürüp barbarlığa dönüyor.Depremde komşusunun can verdiği enkazda altın diş sökenleri ne çabuk unuttunuz.Çaresiz bir halkı aşağılamak, bombalamak kadar ağır suçtur.Kolu kopmuş Iraklı çocukları izlerken nasıl acı
Ve saat tam 3.40'ta "evvel zaman içinde" unutulmuş bir "dunganga" çıkagelmişçesine sallandı oda...Ege Palas'ın 17. katındaydım.Önce zeminin dalgalar halinde sarsıldığını hissettim. Ama asıl felaket habercisi bir çatırtıydı... hala kulaklarımdan gitmeyen o kıyamet alameti...Ahşap bir konak devrilirken nasıl inlerse öyle acıyla inliyordu duvarlar, pervazlar, fayanslar...Panik halinde fırladım yataktan...Otel, denize doğru devrilmemek için direniyordu adeta... Kolonlar can çekişiyordu. Sarsıntı biraz daha sürse otel 19 katıyla üst üste çökecekti.Sevimsiz bir finaldi.Öyle, - umduğum gibi - hayatım kısa metraj belgesel olup geçmedi aklımdan..."Hayır... hayır" diye kendi kendime endişeyle fısıldadığımı anımsıyorum; bir de - enkazda çırılçıplak bulunma kaygısıyla olsa gerek - karanlıkta sarsılarak giyinmeye çalıştığımı...İnsan zihninin saniyeler içindeki inanılmaz işleyiş mekanizmasıyla - ve izlediğimiz deprem kurtarma sahnelerinin etkisiyle - cep telefonumu almaya çalıştığımı... onu akü bağlantısından koparmakta zorlandığımı... üstüme giyecek bir şey bulamadığımı... Ahmet Mete Işıkara talimatlarına uyup kapı aralığına sinmeyi planladığımı...(Hangi toplum felakete zihnen bu kadar
Komşunuz bir "Pirus zaferi" ile boğazlandı gözünüzün önünde...Aç bırakılmış, silahsız, savunmasız, çaresiz bir halk kameralar huzurunda zalimce bombalandı.Canlı yayında bağımsız bir ülke işgal edildi; işgalci çete ekranda alkışlandı; bunca zaman "Canımız sana feda Saddam" diyenler, dün heykelinin üzerinde tepindi; siz izlediniz.Belki televizyondaki yorumcuya katılıp sevindiniz; belki savaş diye sunulan bu kalleşliğe seyirci kalmanın utancıyla ezildiniz.Amerikan tanklarının Iraka özgürlük taşıdığına kandınız belki; belki de onların, uygarlık yolunda çağlar boyu biriktirdiğimiz, doğru bildiğimiz, insanı insan yapan ne varsa hepsini ezdiğine inandınız.Saddam heykelinin balyozlayanları izlerken "Kurtuldular" diye düşündünüz belki; "Sırada Amerikaya boyun eğmeyen kim var" diye ürktünüz belki de...***Şahinlerin bayramıydı dün...Gaddarlık karşısında hukukun, Pentagon karşısında Birleşmiş Milletlerin, savaş karşısında barışın, güçlü karşısında haklının, zorbalık karşısında insanlığın, işgalci karşısında bağımsızlığın yenildiği gündü.Kaba askeri gücün, istediğinde dilediği ülkeye girmekte, beğenmediği rejimi devirmekte, çoluk çocuk demeden öldürmekte serbest olduğunun kanıtlandığı