Atatürk'ü Ankara'ya gelişinde top atışlarıyla karşılayan Dikmen sırtları bu kez havai fişeklerle "Seğmen Ağa" için hazırlanmıştı.Bu "2000 model Gençlik Parkı"nın girişi şenlik yeri gibiydi:İşportacılar "Haydee, Asmalı Konak'ın can eriği bunlar" diye bağrışıyor, baloncular, kozhelvacılara karışıyordu.Ankara, çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek oraya akmıştı.Gözlediğim kadarıyla, gelen her 3 kişiden 2'si kadındı ve her 2 kadından 1'inin başı bağlıydı. Türbanlı genç kızların çoğu, süslenip gelmişti:Yüzde makyaj, kafada sıkmabaş, üstte kot ceket, altta uzun etek, elde çekirdek, Özcan Deniz dinleyerek bir bahar akşamının tadını çıkarıyorlardı.***Konser alanı, tam bir Türkiye manzarasıydı:Özcan Deniz'in sahne aldığı çadırın sağında kocaman bir cami vardı.Caminin karşısındaki tepelere kurulu çok katlı binalardan birine büyük boy Atatürk resmi asılmıştı. Melih Gökçek, yandaki binaya da Tayyip Erdoğan'la kendi resmini astırmıştı.Çadırla çok katlı binalar arasında uzanan dik yamaçlara binlerce insan ekilmişti adeta... Kentin varoşları, vadinin tepesinden çadıra ve fıskiyeli havuza akıyor gibiydi.Konser çadırının önü ise tam Ankara manzarasıydı:Kırmızı halılar... sahne önünde, asık suratlı
"Biz eskiden böyle değildik" diyordu gazetenin spotu; "...acılarımızı, sevinçlerimizi birlikte yaşardık. Şimdi çocuklarımızla birlikte insanlığımız da mı ölüyor?"***Çevrede keder kol gezerken, barların, kadehlerin dolup boşalması, dizilerin müşterisinin çoğalması, milletin "haydi eller havada" mütemadiyen çengi gibi oynaması bir vurdumduymazlık göstergesi mi?Kısmen öyle...Ama bu nemelazımcılığın altını biraz kazısak, eminim enkaz altından, hatırlanmasın diye en derine gömülmüş gamlar çıkarılacaktır.Çünkü çok üstümüze geliyor hayat!..Biz, daha kendi derdimize derman bulamamışken, dünyanın kasveti üst üste yığılıyor. Daha savaşın acılarını gömmeden, depreminki bastırıyor.Bombalanan, diri diri gömülen çocukların çığlığı bölüyor uykumuzu...Haberler yüreğimizi dağlıyor; çaresizlik elimizi bağlıyor."Depremi unutma", "Savaşta ölenleri hatırla" diyorlar.Oysa biz, unutmak istiyoruz. Hatırlamak canımızı acıtıyor çünkü...Bir çift iyi habere muhtacız; krizlerden, acılardan yorgun...Bir düşünsenize; fert başına düşen yıllık gaile oranı ne kadar yüksek bu ülkede... Birkaç ay önce "dünyanın en mutsuz halkı" seçilmedik mi?Peki, "onca mutsuzluk varken", bunca cümbüş neden?***Gazetenin "eskiden
Daha ilkokul 1'de hayat dersinde "ihmale kalmış çocuklar" onlar...Bu yolsuzluk pansiyonunun un ufak olmuş enkazında bir gece yarısı soluk yanaklarını soğuk betona yapıştırıp sıkışarak ölmekten kurtulsalar, Azrail daha beter bir tuzakta, bir başka kılıkta bekleyecekti onları...Bir cuma çıkışı üst geçitsiz yoldan karşıya geçerken, direksiyon sınavından torpille ehliyet almış bir sarhoşun arabası altında ezileceklerdi belki...Belki kardan kapanmış bir köy yolunda, beceriksizlik yüzünden tamir edilememiş bir küreme makinesi beklerken eldivensiz ellerini ısıtmak için vereceklerdi son nefeslerini...Köye varmayı başaranların kimisi vahşi bir baba dayağında, kimisi asırlık kan davasında vedalaşacaktı hayatla...Okulu bitirenler ya çalışmaya gittiği bakımsız maden ocağının göçüğünde ölecekti; ya üzerine tapusuz gecekondu kurduğu çöp dağının infilakında...Kalanlar da bir sonraki depremde çadır istemeye gittikleri devlet kapısında, kar maskeli özel tim kurşunuyla can verecekti nasılsa...***Ölümlerden ölüm beğendiğin bir coğrafya burası:Daha ana sütünden kesilmeden gömüyorlar bebeleri; ishalden...Ya hekimsiz köyde ateşli bir hastalık, ya namus cinayetinde kör kurşunla son buluyor biçare
Cenaze için papaz arandı; İstanbul'da bulunabildi. Papazın Alanya'ya gelmesi hem vakit, hem para gerektiriyordu. Bunun üzerine Kerber'in eşi, "Hepimiz aynı Tanrı'ya inanıyoruz" diyerek defin töreni için bir müftü rica etti. Müftü geldi. Ve Katolik Kerber, Müslüman usullerince, kentin Hıristiyan mezarlığına defnedildi.Kerber, bu mezarlıkta yatan 50. Alman...Halen Alanya'da mülk sahibi olan 7 bin yabancı var. 1400 Alman daimi olarak burada yaşıyor. Sayıları arttıkça ihtiyaçları da artmış. Şimdi o ihtiyaçlarıyla Türkiye'nin hem mevzuatının, hem gidişatının değişmesinde öncü oluyorlar.***Biz daha çok "Almanya'daki Türkler"i biliyoruz.Şimdi bir de "Türkiye'deki Almanlar" var. Onlar da yabancı bir toplum içinde entegrasyon sorunu yaşıyor.Alanya'daki Türk - Alman Derneği Başkanı Fahri Yiğit'in önünde dolandırıcılıktan ibadete, mirastan çalışma iznine kadar sayısız dert var. Ben aradığımda 20'lik bir Türk'le yaşayan 60'lık bir Alman kadınla ilgileniyordu. Kadın, evinin yarısını genç sevgilisinin üzerine yaptırmış, sonra oğlan kendisini terk edince de "Kazıklandım" diye ayaklanmış. Gel çık işin içinden...Bir başka dert de "Alanya'ya zengin Almanlar yerleşti" diye duyup akın eden
Bazen kameraların, tanıkların, polisin, gözümüzün önünde...Son vukuat cumartesi yaşandı: İbo'dan habersiz Almanya'ya gitmeye kalkışan Asena, havaalanında "belalısı"nın saldırısına uğradı. Engellemeye kalkışan yolcular - "Kadın benim değil mi, döverim de severim de, size ne" mantığıyla hakaretten payını aldı.Saldırgan her zaman olduğu gibi elini kolunu sallayarak alandan ayrıldı.Mağdura da dudağını silerken "Kızılcık şerbeti de pek güzelmiş" demek kaldı.Asıl ibret verici olan olaya seyirci kalan polisin tepkisiydi. Üst düzey bir emniyet yetkilisi Vatan'a "Karı - koca arasına girmek istemedik" dedi.***Birkaç ay önce, bir kadın beraber yaşadığı adam tarafından kaldırımda defalarca bıçaklanırken de polis izlemeyi tercih etmişti."Emniyet"e sormak lazım:Karı - koca arasına girmek için ille kadının ölmesini mi beklemeliyiz?"İster sever, ister döverim" diyen İbrahim Tatlıses'in de, her dayaktan sonra sessizliğe gömülen Asena'nın da, "Kadın şikayet etmedikçe müdahale edilemez" sanan polis ve savcının da, "sevilen - vurulan - dövülen İbo kadınları" adlı filmin iştahlı seyircisi olan bizlerin de çok iyi bilmesi gereken bir gerçek var:5 yıl önce çıkarılan bir yasayla - dayak değilse de -
Kendi küçük kopyaları...Biricik "takıntı"ları...Her daim el altında bulundurmaktan, arada miskince kurcalamaktan, tombala çeker gibi karıştırmaktan, hakkında ileri geri konuşmaktan, bolca çekiştirip palavra atmaktan pek hoşlandıkları ezeli "silah"ları...Askerlikte şapla uyutup, emeklilikte hapla uyandırdıkları sevgili yoldaşları...***Peki niye bir futbolcu, gol atınca rakip tribün önünde şortuna çadır kurdurup "tabanca"sını "düşman"a doğrultur?Niye seks, bir "ödül" değil de "ceza"dır erkek dilinde?..Niye aslen "zevk" vermeye yarayan bir alet, "zarar" verme kastıyla kullanılır?Rakipler niye "annesiyle cinsel ilişki"yle tehdit edilir?***Herhalde bunun kökenini, oğlan babalarının vazgeçilmez misafirlik eğlencesi "Göster oğlum pipini amcanlara" böbürlenmesinde aramalıyız.Biz erkekler, bu teşhirin matah bir şey olduğu zannıyla yetiştiriliriz.Sonra da bu "gösteri", ömür boyu sürer.Elde cetvel onu ölçer biçeriz. İlk tecrübeye sınav gibi gireriz.Bizi mahcup ettiğinde kızar, işe yaradığında azarız.Yatakta işe yaramadıkça hepten dilimize dolarız.Kavgada oraya vurur, maçta orayı koruruz.Hayatımızın kaldıracıdır o; çalışmazsa yok oluruz.***Kütüphanemin sözlükler rafında iki ilginç argo
"Sıkı durun! Bu gece düşmanı bir sürpriz bekliyor!"Savaşın kaderinin değiştiği gece oydu.Ne olduysa o gece oldu.***Hazırlanan sürpriz, havaalanının altındaki yeraltı tünelleriydi.Bir kriz anında Saddam Hüseyin kaçabilsin diye çok önceden saraydan havaalanına tünel döşenmişti.Bağdat rejimi, gece Cumhuriyet Muhafızları'nı o tünelden geçirerek Amerikalılara baskın yapmayı planlıyordu.Ama olmadı.Beklenen muhafızlar bir türlü gelmedi. El Sahaf'ın sürprizi gerçekleşmedi.Peki ne olmuştu?Bunun cevabı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.***Geçen hafta Arab Voice'da Walid Rabah imzasıyla yayımlanan ve Amerikan kaynaklarına dayandırılan bir yorum, bu konuda ilginç bir tez öne sürüyor.Bu yoruma göre Amerikan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'in daha savaşın başlangıcında söylediği bir cümle, sonradan yapılacak büyük pazarlığın ilk ipucunu veriyordu. Şöyle demişti Rumsfeld:"Irak'ta Devrim Muhafızları'yla Amerikalılar arasında temaslar var.Daha fazla ayrıntı veremem, gelecek günleri bekleyin."Rabah'ın yorumuna göre Rumsfeld'in sözünü ettiği temasların ilki Amerikan ordusu Bağdat'a yaklaşınca gerçekleşti. Amerikalılar, ilk sıcak çatışmada, gayet hazırlıklı ve donanımlı bir orduyla karşı karşıya
İşte dünkü çözümün özeti...Peki Bayan Arınç evde oturunca Cumhuriyet kazanmış mı oldu?Cevaplamamız gereken soru budur.Cumhuriyet'in amacı kadını hapsedildiği evden kurtarıp toplumsal hayata katmaktı. Oysa şimdi duruma bakın:"İslamcı" sayılan Meclis Başkanı, eşiyle birlikte davet veriyor."Laik kesim", "Karın başörtülü. Onu getirmeyeceksin" diye diretiyor. Sonunda hepsi eşlerini evde bırakıp geliyor.Başı kapıya sıkışmış birini kurtarmak için kafasını kesmek gibi bir şey bu... "Türban Meclis'e girmesin" diye kadın feda ediliyor.***Şimdi denilecektir ki: "Örtünen kadının dışarı çıkmasına engel yok, ama kamu alanına girmesin."İyi de, "kadın - erkek eşitliği"nin anlamı, kadının sokakta alışveriş yapabilmesi değil ki, toplumsal hayatın her alanında en az eşi kadar söz sahibi olabilmesi...Ne yazık ki "Başörtüsü takacaksın" diye ısrar edenler kadar, "Başörtünü çıkaracaksın" diye zorlayanlar da birer kadın gardiyanına dönüşüyor.***Önce verilere bakalım:Türkiye'deki kadınların ne kadarı örtünüyor?Bu konuda en yeni araştırmalardan birini, Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) yaptı. ("Türkiye'de Din, Toplum ve Siyaset", Ali Çarkoğlu, Binnaz Toprak, 2000)Oran kabaca "yüzde