Sabah İstanbulun işgalden kurtuluşunu törenlerle kutladık, öğlen Bağdatı işgal etme kararı aldık.Hangi süslü kılıfa, hangi stratejik bahaneye sokarsanız sokun meselenin özü bu...Oysa yabancı kuvvetlerce işgalin anlamını bölgede en iyi bilmesi gereken ülke Türkiye değil miydi?***Orta halli bir aileyle konuştum önceki gün...Çocukları askere gidecek. Yoklamada komando seçilmiş."Nasıl olur, o renk körü" diye feryat ediyorlar.Neden? Çünkü ufukta Irak cephesi göründü. Ve "savaşçı milletimiz" için burada oğullarını gururla yollayacakları bir haklı sebep yok.Bakanların bir kalem darbesiyle imzaladığı, piyasaların ve borsanın sevinçle karşıladığı kararın, asker aileleri için daha somut bir anlamı var:Çocukları, ekranda her gece cesetlerini gördükleri o Amerikalı askerlerden birinin yerini alabilir.Ve bu, onlara 8.5 milyar dolardan daha fazla şey ifade ediyor.***Irakta işgal uzayıp her gün cepheden ölüm haberi geldikçe ABD Başkanı Bush da popülaritesini yitiriyor. Son kamuoyu yoklamaları Cumhuriyetçi yönetimin Demokratlarla başa baş geldiğini gösteriyor. Artık Amerikalıların yüzde 53ü Irak savaşını "gereksiz" buluyor.Gelecek yıl kasımda yapılacak seçimlerin riske girdiğini gören Bush, bu
Günlerdir hangi bulvara çıksam, tepemde yazdan kalma nazlı bir ışıltı... ...hep aynı yaprak sarısı yollarda......ve dilimde o eski Joe Dassin şarkısı:"Biliyor musun, hiç mutlu olmadım bu sabahki kadar /Benzer bir plajda yürümüştük yine... mevsim sonbahar".Şarkının anlattığı, Marie Laurencinin suluboya tablolarını andıran uzun etekli kadınla rastlaşır gibiyim her köşe başında.... şarkıdaki adama vaat ettiğini, bana da fısıldıyor sanki:"Bir yıl, bir asır veya bir ömür / Bu pastırma yazının renkleri dolacak hayatımıza...* * *Uzun sürmüş bir yazdan artakalan bu arsız güneş; mevsime inat masmavi gülümseyen bu çapkın gökyüzü, yaz uykusundan uyanmaya çalışan sokakları kolundan çekiştirerek eski tembelliğine çağıran bu hınzır rüzgar......nasıl da ilkyaza benziyor bu sahte bahar...Olgunluk çağı gibi ömrümüzün; ilkbahar sanmak işten değil, kanmak öyle kolay...Öyle kolay, bitmesini hiç istemediğimiz bir yazın uzatma dakikalarını, bahara yeni başlarmış gibi yaşamak...Yüreğimizin hala eski coşkuyla çiçeklenmesine içten içe sevinerek, o çiçeklerin çabuk yaprak dökeceğini ve ardından sıkı bir yağmur geleceğini bilerek, bilmezden gelerek, düşünmeye üşenerek rüzgara kapılmak öyle kolay...* *
Amerikalı hard rock grubu Hell on Earth ("Yeryüzünde Cehennem"), Floridaya bağlı St. Petersburg kentinde vereceği konserde bir hayranlarının sahnede intihar edeceğini, web sitesinden (www.hellonearth.com) duyurdu.Hell on Earth, "sıra dışı şovlar"ıyla adını duyurmuş bir topluluk... Sahnede bir ineğe tecavüz etmek ya da fare leşlerini süt dolu bir miksere atıp, bu "kokteyl"i izleyicilere içirmek gibi atraksiyonları var.Ama bu sonuncu şov, en iddialısı...Çünkü bu kez işin içinde ölüm var.***Her şey, grubun 33 yaşındaki solisti Billy Tourtelotnun internet adresine yollanan bir hayran mesajıyla başladı. Ölümcül bir hastalığın pençesine düştüğünü söyleyen hayran, eyalet yasalarının kendisine ötanazi (yaşamına son verme) hakkı vermediğini yazıyor ve "ölüm hakkı"na dünyanın dikkatini çekebilmek için bir yol bulduğunu söylüyordu:Topluluğun 4 Ekim St. Petersburg konserinde sahneye çıkıp bir konuşma yapacak ve sonra da tüm seyircilerin gözleri önünde intihar edecekti.Grup üyeleri başta bu teklife kuşkuyla baktı. Ama sonra hastayla tanışıp biraz araştırma yapınca işin ciddiyetini fark ettiler.Sonucu Billy Tourtelot geçen hafta açıkladı ve "istemli ötanazi hakkına karşı duyarlılık yaratmak
Kerim Afşar, dost sofralarında keyiflendiğinde bu şarkıyı söylermiş.Yeryüzündeyken alemin hayranlıkla seyrettiği adam, dün gökyüzüne, alemi seyre çıkmıştı. Ve bizler Ankara Sanat Tiyatrosunun (AST) o küçük, tanıdık, sıcak salonunu dolduran bir avuç hayranı, onun "Güz misafirleri"ydik.Naaşının yer aldığı sahnenin arkasında Galile rolündeki ak saçlı, ak sakallı portresi asılıydı. O sahnede en son Uğur Mumcuyu oynamıştı. Rol bu olunca, teklif için evine gelen gençleri kıramamış, "Tiyatro tanrısı beni göreve çağırıyor" deyip kolları sıvamıştı."En kötü rolünü bugün oynuyor" dedi sahne arkadaşı, yoldaşı Rutkay Aziz, sahnede titreyen sesi, bitap gövdesiyle...Ardından "seslendirme sanatçısı" diye yazmıştı bazı gazeteler... Oysa o, en sıkıntıda olduğu günlerde dahi seslendirme yapmaya, reklama çıkmaya yanaşmamış, "Ben Mustafa Kemali seslendirmiş adamım, bana yakışmaz" demişti."İki şeyi tartışmaz ve tartıştırmazdı" dedi Rutkay Aziz:"Biri Muhsin Ertuğrul, diğeri Mustafa Kemal..."ASTın dar merdivenlerinden son kez, bir grup eski dostun omzunda, o ikisinin fotoğrafları arasından geçerek çıktı.***3 yıl önce, yine bir güz sabahı İbn - i Sina Hastanesinde bir odanın kapısında buluşmuş, içerideki
Gelen mesajlardan, yapılan açıklamalardan anlıyorum ki, oradaki birkaç ifade Konyalıları rahatsız etmiş.Bu ifadeleri aynen tekrarlayarak yeni bir rahatsızlığa yol açmak niyetinde değilim. Ancak ne Tarkanın, ne de benim, Konyalıları rencide etmek gibi bir niyetimiz vardı.Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Özkafa düzenlediği basın toplantısında, Irak savaşı sırasındaki yazılarımı zevkle okuduğunu ancak Konya ile ilgili "çala kalem yazılmış, yakışıksız bir ifadede bulunduğumu" söylemiş.Söz konusu ifade: "taassub..."Sözlük anlamı "din işlerinde aşırı taraflılık"...Konya Belediye Başkanı, artık bu özdeşleştirmeden rahatsız oluyorsa bu bile benim yanlış sözcük seçtiğimi kanıtlamaya yeter.***Tarkana gelince...Onun sözleri, kendi konserine ilişkin kişisel gözlemlerdi. Dışarıdan bakınca kentin mazide kalmış gibi göründüğünü, ancak konser başlayınca seyircinin adeta bu algıya isyan ettiğini söylüyor, bazı başörtülü kadınların ve kimi Konyalı erkeklerin kendisine gösterdikleri ilgiden duyduğu şaşkınlığı dile getiriyordu."Bütün başörtülü kızlar ya da Konyalı erkekler böyle" diye genellemiyordu; "Böylelerini de gördüm, şaşırdım" diyordu.Bu bir gözlem mi?Gözlem...Tarkanın bunu dile
Biri Milliyette Ahmet Tulgarın hepimizi temsil eden bir şefkatle Y. O.ya sarıldığı fotoğraftı; diğeri ise Hürriyette Y. O.nun katılımıyla yapılan yazı işleri toplantısı...Bu iki fotoğraf, medyanın gerektiğinde ne kadar yapıcı olabileceğini gösteriyor. Nitekim bu yaklaşım sonuç verdi, dün bazı aileler çocuklarını HIV virüsü taşıyan Y. O.nun sınıfına gönderdi.Hürriyetin toplantısında, Y. O.nun fotoğrafının yüzü açık yayımlanması tartışılmış, ama psikologların uyarısıyla vazgeçilmiş.Ben olsam, Y. O.nun fotoğrafını değil, onu ölümcül bir yalnızlığın kucağına itenlerin yüzlerini bantlardım. Çünkü ortada bir suç varsa bu, 20 günlükken Kızılayın verdiği kandan virüs kapan yavrucakta değil, ona virüsü bulaştıranlarda ve kendisini bir vebalı gibi dışlayanlardadır.***Bir baba olarak elbette diğer velilerin ruh halini ve çocuklarını koruma refleksini anlıyorum, ama öfkeli tavırlarını ve nobran üsluplarını yadırgıyorum.Virüsü tanımamaktan kaynaklanan bir bilinçsizlik önce korkuya, sonra paniğe ve linç duygusuna yol açıyor.Peki annesinin telaşlı eline yapışıp arkadaşını sınıfta bir başına terk edip gitmek o çocukların yüreğinde, HIV kadar tehlikeli bir yara açmaz mı?Aslında, virüs kapmış bir
Artık vefatlarıyla dahi anılmıyorlar.Cumartesi günü, kadın kılığına giren Mehmet Ali Erbilin, kasetini imzalayan Tarkanın, Güney Afrikada sevgilisine yazdığı mesajı yanlışlıkla eşine geçen şaşkın milletvekilinin bile haberi vardı da; Dursun Akçamın ölümüyle ilgili iki cümlecik yoktu büyük medyada...Belki de iyidir böylesi:Onların okuru Akçamı hala hayatta sanıyor.***Kafdağının ardından gelmişti Akçam...13 doğum yapmış anası, 6sını yaşatabilmişti. Çocuklarını karlı Ardahan dağlarında, sırtındaki heybeye sokup Rus ordusundan, Taşnak çetelerinden kaçırarak büyütmüştü.Yıllar sonra Doğulu anaların bebelerini "taş çorbası"yla beslemesinin öyküsünü yazarak Milliyetin yarışmasında Karacan Röportaj Ödülünü kazanacaktı.Peki nasıl olmuş da Ardahanlı bir yoksul çocuktan, böyle bir edebiyatçı doğmuştu?***Çünkü Cilavuz Köy Enstitüsünde okumuştu Akçam... Orada Gorkiyle, Tolstoyla tanışmış, onlar gibi yazmaya çalışmıştı. Mezun olur olmaz girişti karanlıkla mücadelesine:Gazi Eğitim Edebiyat bölümünde öğrencilik... edebiyat öğretmenliği... Sendika başkanlığı... ve Türkiyede her okur - yazar - düşünürün mecburi durağı:Cezaevi...12 Martta tutuklanmış, tartaklanmış, hüküm giymiş, açığa alınmış,
Belli ki porno siteleri hemen işe el koymuş.Bayatlamaya yüz tutan bu tartışmaya ilişkin - tatil nedeniyle - gecikmiş bir muhasebe yapmak gerekirse şu söylenebilir:Bu ahlaksız pazarlıkta "avcı" değil, "av", kurban oldu.Erkek kültürümüz, filmi çekeni değil, filmi çekileni afişe etti.* * *"İlişkisini teşhir hastalığı" yeni bir şey mi?Erkekler için hiç değil...Fıkrayı bilirsiniz:Adam Cindy Crawfordla ıssız adaya düşmüş. Gece birlikte olmuşlar. Sabah kalkmış, kıvranıyor. Hemen Crawfordu uyandırmış. Kızın saçlarını bir şapkanın içine toplatmış. Ağaç püsküllerinden bıyık takmış. üzerine erkek gömleği giydirip koluna girmiş. Sonra bıçkın bir edayla kulağına fısıldamış:"Dün kimi götürdüm biliyor musun: Cindy Crawfordu!.."* * *Ortalama erkek, çiftleşmekten aldığı zevkin iki mislini anlatmaktan alır.Hele bir de bunu "belgelediyse" tadından yenmez.Bu tarifin içine biraz da "şöhrete giden yolun rejisörün yatak odasından geçtiği" efsanesini katın, işte size Gülben Ergen skandalı...Bunun yeniliği nerede?..Teknolojinin gelişmesiyle röntgencilikte, teşhircilikte VCD dönemi açıldı. El kameraları, ıssız adada dile vuran teşhir merakına, kendi pornosunu çekebilme imkanı sundu. Dahası, bir fantezi