Bugün bir gazeteci hapse giriyor

25 Ekim 2003

Uzuvları birbirinden bağımsız hareket eden bir mahlukat gibi, bir eliyle yaptığını öbürüyle yıkıyor. Bir yandan reform paketleri çıkarırken, öte yandan gazetecileri hapse ya da sürgüne yolluyor.Hem de akıl almaz gerekçelerle...* * * "Sinan Kara davası", Türkiyenin yüz karası...AB yolunda bazı yerel unsurların demokratikleşme sürecini nasıl baltalayabileceğini gözler önüne seren bir örnek...Sinan, 33 yaşında, iki küçük çocuk babası bir gazeteci.Datçada 20 yıldır - sadece - muhabirlik yapıyor. 2000de Datça kaymakamının fakirler için verdiği yemeğe, fakirler yerine Datçanın kalbur üstü yetkililerinin katıldığını fotoğraflayıp haber yapmasıyla başını derde sokmuş. Yemeğe katılan savcı, "terör örgütü üyesi" olduğu iddiasıyla dava açtırmış Sinan hakkında... Tutmamış tabii...Beraat etmiş Sinan...* * * Ama davalar yağmış.Datça kaymakamı, "Köpeklerin denize girmesi haramdır" dediğini yazdığı için, Datça müftüsü cemaatten topladığı paralarla kendine araba aldığını duyurduğu için, Datça savcısı, bütün gazeteciler gibi olayları izleyebilmek amacıyla polis telsizi dinlediği için hedef almış Sinanı...Ve genç gazeteci, komik suçlamalarla hapsi boylamış.Geçen yıl 3 ay hapse girme nedeni

Yazının Devamı

41 kere maşallah!

24 Ekim 2003

Kimi olağan, kimi olağanüstü kongrelerden alınmış, 6şar 6şar oklu onlarca kart... Bazısı heyecanlı bazısı sıradan, kimi yarışlı, kimi barışlı onlarca kurultayın giriş vizeleri...Masaya serip nostalji yapıyorum bazen:Şu Ecevitin son kurultayı... bu CHPnin yeniden açılış kurultayı... bu İnönünün Baykalı devirdiği kurultay... bu Altan Öymene su şişesi attıkları kurultay... şu Baykalın gelemediği, bu Ricky Martin eşliğinde merdivenden indiği, bu elde saat rakiplerini beklediği kurultay...Dizi dizi kartlar, giderek keyifsizleşen kurultayların simgeleri olarak duruyor masada, sıra sıra... Elimde eşsiz bir koleksiyon var: Katıldığım CHP kurultaylarının basın kartları... Koleksiyonumuzun son 6 oklu kartını boynumuza takıp, yine Atatürk Spor salonuna giriyoruz.Önceki kurultaylarda izdihamdan girilemeyen kapı önü, şimdi müşteri bekleyen gazinolar gibi... Çevrede partiliden çok işportacı var. Ve salon, maziye yas tutmaya gelmişlerle dolu bir taziye evini andırıyor...Ecevitten bu yana en kalabalık grupla Meclisi dolduran ana muhalefet partisinin 80. yıl kurultayı, 80lik bir ihtiyarın yorgunluğunu taşıyor.İlk görüntüde partinin niye büyüyemediğinin ipuçları var:Tek bir muhalefet izi

Yazının Devamı

Darağacının gölgesinde aşk

21 Ekim 2003

Yüzyılın Aşkları belgeseli, Yüksel - İpek Menderes çiftinin öyküsüyle başlıyor Tümer, gazeteciyi içeri buyur etti."- Hayrola" diye sordu."- Yüksel Bey..." diye kekeledi Akbay..."- Ne oldu? Evlendi mi?""- Hayır, daha kötü!..""- Ne yani öldü mü?""- Evet!.."Koltuğa çöktü İpek...Akbayın o anda, o koltukta çektiği fotoğraf, halen Günaydın gazetesi arşivinde duruyor.Mahzun bir kadın ile şaşkın bir kız çocuğunun yüzü var fotoğrafta...Bir rüyanın, belki de bir kabusun bittiği anın fotoğrafı... İpek Tümer, 8 Mart 1972 Çarşamba gününün ilk saatlerinde bir kabus gördü. Rüyasında bir morgda yatıyordu. Yanında, boşandığı eşi Yüksel Menderesin ölüsü vardı. Morgda eski eşinin bedenini bir yanından öbür yanına taşıyorlardı. Yatağında bu kabusla boğuşurken kapısının çalınmasıyla uyandı. Kapıda Günaydın gazetesi muhabiri Ertuğrul Akbay bekliyordu. Elindeki fotoğraf makinesinin flaşı, her an patlatılmaya hazır şekilde açıktı. Yıllar önce BBCde "Yüzyılın Aşkları" belgesellerini izlediğimde, bu serinin Türkiye versiyonunun da yapılabileceğini düşünmüş ve "Yüksel - İpek Menderes ilişkisi, orada yayımlanan pek çok öyküden daha fazla belgeselleştirilmeyi hak eden bir öykü" diye geçirmiştim aklımdan...O

Yazının Devamı

Erdoğanın sözcük oyunu

19 Ekim 2003

Konuşmalarımız bizi ele verir.Söylediklerimiz, aklımızdakini aksettirir; tabii söylemediklerimiz, sakladıklarımız da...Hatta Freuda bakarsanız, "dil sürçmesi" diye bir şey de yoktur; onlar ağzımızdan kaçıveren, bilinçaltı tortularıdır.***Son AKP kongresinden sonra Murat Birsel, Amerikanvari bir çalışma yaptı ve Tayyip Erdoğanın konuşmasında hangi sözcüklerin daha çok kullanıldığına bakarak Başbakanın "beyin deşifresi"ni çıkarmaya çalıştı.Bilgisayar çağında bunu yapmak kolay aslında...Konuşma metni, hemen partinin web sitesinde yayımlanıyor. Onu bilgisayarınıza alıp bazı sözcükleri - diyelim "din" sözcüğünü ekrana yazıyor ve "Bul" komutu veriyorsunuz. Bilgisayar birkaç saniye içinde, Başbakanın konuşmasında kaç kez "din"den söz ettiğini söylüyor size...Muratın incelemesinde gerçekten ilginç sonuçlar vardı.Buna göre Başbakan, toplamı 50 sayfa tutan konuşmasında mesela hiç "İslam" sözcüğü kullanmamıştı. "Müslüman"?..O da yok."Mütedeyyin"?Yok.Buna karşın tam 22 kez "Demokrat"lıktan söz etmişti Erdoğan...***Muratın çalışmasından yola çıkarak, bir kıyaslama yapmak istedim.Erdoğanın seçim sonrası Meclise geldiğinde yaptığı ilk grup konuşmasının metnini aynı "sözcük sınavı"na soktum.Acaba

Yazının Devamı

Avni Arbaş ve düzeltilen şiir

18 Ekim 2003

Başındaki şapkası, yüzünde epeydir taşıdığı o yorgun ifadeyi örtmeye yetmiyordu.Nazımla 1958de Pariste Abidin Dino aracılığıyla bir araya gelmişlerdi. O günlerde ünlü Kuvayı Milliye atlarını çalışıyordu.Nazım, "atları" görmek istemişti. Ama Arbaşın atölyesi 3. kattaydı."Gelme, kalbin var, çıkamazsın, ben resimleri getireyim" demişti Arbaş... Ama Nazım direnmiş, çıkıp gelmiş, atları görünce de çok etkilenmişti.Arbaş, bir süre sonra Nazımdan bir mektup aldı."Avniciğim, atlarının sağrıları öyle doluydu ki, dayanamadım, düştüm aşağı" diyordu. Mektuba bir de şiir eklemişti. Paris dönüşü Çekoslovakyada yazdığı mısralar şöyleydi:"Bu atlar Avninin atları/ Kuvayi Milliye atları/ kara yamçı altında ak sağrı dolgun/ titrer burun kanatları, / bu atlar Avninin atları/ Kuvayi Milliye gelecek yine,/ şahin atlar aşarak yeli/ çiğneyecek gavuru da, Anzavuru da./ Kuvayi Milliye gelecek yine/ hem bu sefer ayyıldızlı bayrağı da orak - çekiçli..."H H HYeniden buluştuklarında 1962 sonuydu. Nazım, ömrünün son yılına girmek üzereydi.Görüşmedikleri 5 yıl içinde şairin yorgunluğunun arttığını fark etti Arbaş...Bir restoranda uzun uzun sohbet ettiler.Doktorlar, "kalbin paramparça" demişti Nazıma, o yüzden

Yazının Devamı

"Ananı!.."

14 Ekim 2003

Alpay "Küfretmedim. Ne annesini tanırım, ne babasını..." diyor. Ama bu işlerde tanışıklık aranmadığı malum.İngiliz gazeteleri haberi biraz şaşkın bir üslupla verdi.Öyle ya; Beckhamın annesi neresinden baksanız 50 yaşlarında olmalı...Alpay gibi bir delikanlı, hiç tanımadığı, 50lik bir kadına neden tecavüz etmek ister?***Sahi nedir anadan istenen?..Neden, cenneti ayaklarının altına serdiğimiz, "Onun gibi yar olmaz" dediğimiz analar, toplumsal bilinçaltının ilk cinsel hedefidir?Malum, her öfke nöbetinde erkek ağzından kusmuk gibi boşalıveren o küfür zincirinin ilk halkasında "ana", en müstesna yeri alır.Onu genellikle "...avradını" izler.Ardından iş, "sülale" boyutunda genişletilir.Sonra küfredenin hayal genişliğine göre "kızını, kızanını, bacını, kancığını, kısrağını" diye sürer gider. Ve nihayet "gelmişini, geçmişini, atanı, ecdadını" bölümüyle tasallut, tarihsel bir derinlik kazanır.Böyle zengin bir libido karşısında Freudyen yorumlara meyledip işin altında erkek çocuğun baba nefreti ve anne saplantısıyla büyümesini mi aramalı?***Maç öncesi Milliyet Popüler Kültürde Reşat Çalışların "Türklerde ve İngilizlerde küfür" kıyaslamasını yayımlamıştık.Reşat, Türk argosunun "bileşik küfür

Yazının Devamı

Yaralı bir yürek

12 Ekim 2003

Hotel Ambos Mundos...511 numaralı oda...Hemingway, pencereleri körfezin girişine bakan bu küçük odada 1932 - 1939 yılları arasında yaşamış ve ünlü romanı "Çanlar Kimin İçin Çalıyor"u orada yazmış.Şimdi müze olan evin salonunda oltaları ve eşyaları duruyor.Camekanlı bir bölmede, Londradaki yayınevinden gelmiş bir mektup var:"Çanlar"ın 45 bin sattığını müjdeliyor.Odayı, aklımda hep aynı soruyla gezdim:Devrim öncesi gerillalara para yardımı yapan, devrimde Castroyla omuz omuza yürüyen adam, ne olmuştu da devrimden hemen sonra, 1960ta Kübayı terk etmiş, İspanyaya, yalnızlığına dönmüştü acaba?..* * *Aradığım cevabı Adem Eyüp Yılmazın bu ay yayımlanan "Edebiyat ve İntihar" (Selis, 2003) kitabında buldum.Hemingway, 1954 yılında, Kübalı yaşlı bir balıkçıyı anlattığı "Yaşlı Adam ve Deniz" adlı romanıyla Nobel edebiyat ödülünü almış ve törende yaptığı konuşmada şöyle demişti:"En iyisini yazmak, yalnız bir hayatı gerektirir. Yazar için yapılan organizasyonlar, yazarın yalnızlığını hafifletir. Bunun, yazarı geliştireceğinden şüpheliyim. Yalnızlığını dağıttığı sürece popülaritesi artar, ama o oranda da işleri kötüye gider".Birkaç cümle daha... ve sonuç:"Sanırım bir yazar için çok uzun

Yazının Devamı

Futbol ve savaş

11 Ekim 2003

İkisine de savaş boyaları sürünüp, elde bayrak, ağızda marş ve küfürlerle, kazanma hırsı ve azmiyle, bağıra çağıra, heyecan ve nefretle akıyor, çoğu erkek kitleler...İkisinde de karşılıklı "kale"ler kuruluyor, "mevzi" alınıyor, "defans" taktiği oluşturuluyor, "atak" yapılıp "hücum" ediliyor, "top" atılıyor kaleden kaleye...İkisinde de "sahada/cephede" kapışanların canı yanıyor, seyredenlerden çok... Ama seyreden, kendi canı yanmışçasına feryat ediyor.Ve "savaş", o anki performans kadar, önceden yapılan yığınak ve hazırlıkla kazanılıyor.Hazırlıksız yakalanan kumandan sahaya gömülüyor, rütbeleri sökülüyor.* * *Türkiye hem sahasında, hem bölgesinde iki savaşa birden giriyor şimdi...Sahadaki de zor; bölgedeki de...Ama dikkat ettiyseniz, sahasında gireceği savaş daha fazla ilgi çekiyor, bölgesinde gireceği gerçek savaştan...Yani "oyun", hayatı bastırıyor.Televizyonların tartışma programlarında, ana haber bültenlerinde, gazetelerin yorum ve manşetlerinde, dolayısıyla halkın gündeminde Iraka yollanacak askerlerden çok, İngiltereyle kapışacak futbolcular var.Türkiyenin çağrılmadığı, hatta istenmediği bir komşu toprağına karşı işgalcilerle kol kola sefere çıkması, sahada İngiltereye kafa

Yazının Devamı