Uzun bir aradan sonra herkese tekrar merhaba. Yazmayı sadece burada değil, kendi içimde de bırakalı 2 seneye yakın bir süre oluyor. Hayat biz planlar yaparken, sinsi sinsi gülerek kendi gerçek planlarını yapıyormuş. Acı ama okkalı bir tokat yiyerek bu gerçeği öğrendim. Yazmaya neden tekrar başladın derseniz bu hayatta bana en iyi gelen şeylerden biri yazmak. Onun haricinde seneler öncesinden olan yazımı okuyup bana e-posta gönderip fikir soran blog okuyucuları sebep oldu diyebilirim. İnsanlar hiç tanımadığı ama kendisiyle aynı şeyleri yaşamış kişilerden yardım bekliyor. Neden biliyor musunuz? Çünkü sizi sadece sizin gibi hissedip, aynı şeyleri yaşayan biri anlayabilir. İnsanlara yaşamadıkları konular hakkında ahkam kesmek, akıl vermek her zaman kolay gelir. Önemli olan aynı zorlukları yaşamış ve bu zorlukları aşmış kişilerin sizlere verdiği tavsiyeleri uygulamak. Ambiyane bir tabirle "eşekten düşenin halinden, eşekten düşen anlar".
08.02.2020 herkes için sıradan bir gündü. Bizim için ise Beyza'nın hasta olduğu yine doktoruna gittiğimiz ama önemli bir sorunun olmadığı
Kızım Beyza'nın doğumunun ertesi günü taburcu oldum. 3 günlük uykusuzluk ve yaşadığım korkunç ağrılı süreçten sonra evime geldim. Tam dinlenmeye geçecektim ki misafir çanları çalmaya başladı. Sevdiklerimiz, bizi sevenler hepsinin başımızın üstünde tabi ki yerleri var ama yeni taburcu olmuş vücudu tabiri caizse göz gibi olan, sadece dinlenmeye ihtiyacı olan anne ve bebeği görmek için çok erken bir talep oldu. Uykusuzluktan ve yorgunluktan etrafı bulanık görürken, dikişlerimden rahat oturup kalkmayı bırakın, yürüyemezken bir yandan ev toplayıp, bir yandan misafire hazırlık yapmak sandığınız kadar kolay değil.
Hamileliğim boyunca kilo almayı bırakın üstüne veren ben ve bir gram bile şişi olmayan ben doğumun ertesi günü adeta bir uçan balon gibi gezmeye başladım. Ayaklarımın haline baktıkça, üstüne basamaz oldukça hüngür hüngür ağladım. Sevgili misafirlerim; hani şu beni ve bebeğimi çok seven, bizi tebrik etmek için can atan, koşa koşa evime bebek görmeye gelenler var ya beni gördükleri gibi; "bebeği içinde mi unuttular bu ne hal?" diyerek karşıladılar beni. Şimdiki aklım olsa alırdı cevabını dersiniz ya heh işte o lohusa kafasıyla olmuyor. 9 ayda Nirvana'ya ulaşmış o
Alfa kuşağı olarak tabir edilen yeni nesil çocuklar bir başka...
Annelerimiz, ninelerimiz zamanında her şey daha mı kolaydı yoksa duygularımızı önemsemiyorlar mıydı?
Biz mi çocuklarımızın üzerine fazla düşüyor mükemmelliyetçilik yapıyoruz?
Bebeklere birşeylere alıştırması kadar bıraktırması da anneleri zora sokuyor. İlk korkulu rüyamız "meme bırakma" dönemiydi. Beyza sütüm yeterli olmadığı için tam anlamıyla memeye doyamayan bir çocuk olduğundan ayrılışı da çok zor oldu diyemem. Fakat doyasıya ememediği için 3 yaşında olmasına rağmen meme emen bir bebek görsün o akşam yanıma gelir, sırnaşmaya başlar, öper, koklar, sarılır.
"Tuvalet eğitimi" konusu da yine korkulu rüyalarımdan biriydi. Eğitim vermeye başlamadan önce anne olarak benim tam anlamıyla hazır olmam gerekiyor diye düşündüm her zaman. İşin kötüsü Beyza'daki tek belirti gece bezlerinin sabah temiz kalmasıydı. Onun dışında bezden ya da kakasından rahatsız olma, kurtulma isteği yoktu. Kakasını yaptığını anlayıp;"kaka yapmış olabilir misin, bezini değiştirelim mi?" dediğimde "hayır ben kaka yapmadım" deyip ondan ayrılmak istemiyor, bezini sahipleniyordu.
Misafirliğe gitiğimiz bir gün hava çok sıcaktı. Beyza
Sosyal medyada gezinirken şöyle bir paylaşımla karşılaştım: " Asla istemem çocuğum benim ayak izlerime basarak hayatında ilerlesin çünkü; bu hayat O'nun ama yanımda yürüsün ve öyle ilerlesinki benim hayalini bile kuramadığım yerlere varsın". Sizce de çok etkileyici değil mi? Çocuklarımız doğduğu andan itibaren birilerine benzetmeye çalışmıyor muyuz? "Kime benziyor, anneye mi babaya mı? Yok yok aynı babasının halasının kızının kızı" bla bla bla. Bunu ben de çok yapıyorum. Hatta çoğu zaman bana benzetmediklerinde bozulduğum oluyor çünkü sırf bana benzetmemek için kirpiklerini bile başkalarına benzetmeye çalışanlar oldu. Hayır bir kirpik ne kadar değişik olabilirse; ya uzun ya kısadır. Bu yüzdendir ki kızımı bana benzettiklerini söyleyenlere yemek ısmarlıyor oluşum. Şaka bir yana çocuk doğduğu andan itibaren bir kalıba sokulmaya çalışılıyor. Yeni bir birey bırakalım da nevi şahsına münhasır olsun. Ne annesine ne babasına ne de daha ileri akrabalarına benzetilmeye çalışılsın!
Fizyolojik özellikleri bir yana dursun, karakter özelliklerini bile (henüz oluşmadan) genellikle de kötü huyları karşı tarafa, iyi huyları da kendimize kaftan olarak biçmiyor muyuz? Karakterimizin
Yeni nesil bebekler eskilere oranla kimi konularda çok şanslıyken, kimi konularda da çok şanssızlar. Şanslı oldukları konulardan belki de en gözdesi her anlarının ölümsüzleştirilebilir olmasıdır. 90'lar çocuğu olmama rağmen benim bile bebekliğime dair çok az sayıda fotoğrafım var. Yeni nesilde bebeklerin fotoğraf macerası daha anne karnından başlıyor. Tabi ki bizde bu furyadan eksik kalmadık. Abartmamak kaydıyla 5-6 poz hamilelik fotoğrafımız mevcut. Bebeğin doğum anı, yenidoğan çekimi, ilk ayı, ilk aşı oluşu, ilk anne deyişi, ilk... bla bla bla...
Sosyal medyanın özellikle de instagramın anneler üzerindeki etkisini gözardı etmek pek de mümkün değil. Hamileliğim zaten evde sürekli yatarak geçtiği için instagramda incik cincik ne varsa Beyza'nın odası ve doğumu için toplamışım. Bazılarını halen çok severek saklarken, bazılarını artık(!) saçma bulsam da atmaya kıyamıyorum. Mesela en gereksiz bulduğum ama alırken bir hevesle aldığım fotoğraf kartları vardı. İlk aşısı, ilk anne deyişi, ilk falancası... üç tane kartı (taş çatlasın dörttür) kullanıp fotoğraf çektim ve sonrasında "bu nedir Allah aşkına?" deyip hepsini Beyza'nın anı kutusuna kaldırdım. İlerde kendisi ne yapacağına
Uzun bir aradan sonra herkese yeniden merhaba. Beyza'nın uzun süren hastalığı, benim sertifika programlarım ve 2.üniversite dersleri derken yazmaya inanın fırsat bulamadım. Bu sene kendime yeni uğraşlar edindim. Boş durmayı seven biri değilim. İnsanın sürekli kendini yenilemesi gerek diye düşünüyorum. Özellikle de anne olduktan sonra kendimi daha fazla nasıl geliştiririm, kızıma daha fazla nasıl yararlı olabilirim diye tam bir araştırmacı anne oldum çıktım. Bu senenin uğraşları ve bilgi depolamalarına ayrı bir yazıda yer vereceğim. Kronolojik sıralamayla devam ettiğim anılarımıza da geri döneceğim fakat bu yazımın konusu 3 haftaya yakındır bizi süründüren hastalığımız olacak.
Bugünkü yazımda son dönemin trendlerinden olan özellikle Beylikdüzü ve Bahçeşehir civarınca sıkça karşılaşabileceğiniz anne çocuk aktivite evlerinden biraz bahsedeceğim. Kimine göre anne çocuk cafesi, kimine göre oyunevi, kimine göre ise aktivite evi olarak geçiyor. Konsept olarak çocukları bırakıp gitmek yok, annenin gözetiminde oyun alanında çocuk hem yaşıtlarıyla vakit geçiriyor, hem de sosyalleşmiş oluyor. Anne de bu sırada yeni annelerle tanışıyor, kendine vakit ayırıyor, kitabını okuyor, çayını
Hamileliğimde ve doğumdan sonra büyük konuştuğum her şeyi birbir yaptım. "Büyük konuştuğum her şey tek tek başıma geldi" diye daha öncede bahsetmiştim. Doğumdan sonraki süreçte yani; lohusalık sürecinde büyüklerin hep anlattığı o korkunç hikayelere de inanmıyordum. Hoş çok şükür o tarz bir hikayede yaşamadım. Benim yaşadığım ve yine inanmadığım kısmı "lohusa depresyonu" diye bir depresyon çeşidiydi. "Bir insan hayatında yaşadığı, hem de ilk kez yaşadığı bu muhteşem duygudan sonra hiç depresyona girebilir mi?" diyor ve açıkçası saçma buluyordum. Bir anne hem de ilk kez bu özel duyguları yaşarken ilmek ilmek depresyona öyle de güzel sürüklenebiliyormuş ki bizzat yaşayarak öğrendim.
Hormonlardaki iniş-çıkışlardan, hayatın düzenindeki değişmeden ötürü tabi ki insan bocalayabilir. Benim çok inanamadığım kısmı "bir anne 9 ay boyunca gün sayarak beklediği, onca zorlukla geçen ve sonunda sahip olduğu bebeğine nasıl zarar verme isteği duyabilir ki?" kısmıydı. Yine binlerce kez şükürler olsun ki benim yaşadığım depresyon sürecinde bende asla bebeğime zarar verme isteği olmadı. Psikiyatristin ilk sorduğu soruydu bu; "bebeğine zarar verme isteğin var mı, ondan kurtulmak istiyor musun?"...
9 ay boyunca evde hapis hayatı yaşayarak geçirdiğim hamileliğimin sonuçlarından mıdır bilinmez Beyza'yı her çocuk da görülen şeyler de, az da olsa görülen şeyler de es geçmedi. Sarılık sorunumuzu atlattıktan sonra hayatımıza kolik dahil oldu. Kolik kavramının ne demek olduğunu bilmeyen annelerin ya da anne adaylarının hiç tanışmamalarını dilerim. Kolik bebeklerde sorun sancı; ama o sancı bir geldi mi gitmek bilmiyor. Bebek ağlama krizine giriyor, bu atak saatlerce sürüyor ve annesi olarak sen onu sakinleştirmek için kırk takla atıyorsun. Üstelik öyle çaresiz kalıyorsun ki yapmam dediğin her şeyi birbir yapıyor; tükürdüğün her lafı teker teker yalıyorsun.
Beyza'nın ağlama krizleri her akşam tekrarlanmaya başlayınca içim rahat etmez oldu. Soluğu defalarca hastanenin acil servisinde aldık ve her seferinde doktordan tahlil istedim. "Şuncacık bebek sancıdan ötürü bu kadar uzun süre katıla katıla ağlayamaz, mutlaka bir şeyi var ve bulamıyorlar" dedim durdum. En sonunda doktor benden bıkmış olacak ki; "bebeğin kolik çekeceksin başka çaresi yok. Kimisinde 3 ay, kimisinde 9 aya kadar sürebiliyor" dedi.
Söylemesi kolay tabi, karşında sana muhtaç bir bebek var. Hormonlar zaten